AZİZE

Bir Düş gördüm! neye yormak gerekir?
Bakire bir Kraliçeydim ben:
İyi kalpli bir Melekti koruyucum:
Kızoğlankızdım, hiç aldanmamış!
Ağlıyordum gece gündüz
Gözyaşımı siliyordu meleğim…

William Blake’in insan ruhundaki ikilemleri yansıttığı, varoluşsal bilmecelerle dolu şiir koleksiyonu Masumiyet ve Tecrübe Şarkıları’ndan ilham alınarak yazılan film ve roman karakterleri görmek öyle iyi hissettiriyor ki. Kişinin, onu var eden özbenliğine ulaşma safhasında, bazen karanlık sanrılarla yolunu kaybedişinin resmedildiği Saint Maud da William Blake’in şiirlerinden fırlayan bu filmlerden biri.

Rose Glass’ın ilk uzun metrajlı filmi olan Saint Maud, en güzel zamanlarında popüler bir dansçı olan, fakat şimdilerde inzivaya çekilip içinde büyüyen kanserle yüzleşen Amanda (Jennifer Ehle) ile; onun bakımını üstlenen, kendini inancına adamış, henüz epey genç yaşlardaki Maud’un (Morfydd Clark) karanlık öyküsünü anlatıyor. Maddeler dünyasında hiçbir arzusuna ulaşamayıp erken yaşlarda kendini inancıyla sınırlandıran ve içinde hissettiği ilahi kıvılcıma saplantılı bir aşkınlık atfeden Maud’un, kendi hayatını bu uğurda adaması şaşırtıcı derecede güçlü ve dehşete düşüren bir anlatımla kareye yansıtılıyor

…Gece gündüz ağlıyordum
Kalbimin hazlarını ondan saklıyordum
Kanatlarını takıp uçtu bu yüzden:
Gün gül pembesine döndü birden:
Gözyaşımı kuruttum, korkularımı donattım
On binlerce kalkan ve mızrakla.
Çok geçmeden Meleğim geri döndü:
Silahlanmıştım artık, gelişi boşunaydı:
Çünkü geçip gitmişti gençlik çağım
Ve başımda ağarmıştı saçlarım.

***Yazının bundan sonraki kısmı keyif kaçıracak detaylar (spoiler) içerebilir. ***

Esasında ana karakterimiz Maud kayıp bir ruh. Hayat boyu, bir ideale ulaşamayan, kalıcı dostluklar edinemeyen ve dahası bir faniyi sevmenin nasıl güçlü hissettirebileceğini dahi tadamamış bir insan. Yalnızlık, başarısızlık ve hiçbir şeye ait olamama ya da hiçbir işe yarayamama duygusu zamanla Maud’un kendi içine yoğunlaşmasına ve karanlık yönlerini keşfetmesine neden oluyor. Elbette böylesine yıkıcı bir süreç yaşamak onda kalıcı hasarlar bırakıyor ve ilahi kıvılcım sandığı pek çok dokunuşun aslında zamanla içinde açığa çıkan mental bir hastalığın semptomları olduğunu fark edemiyor. Zamanla onu ele geçiren sanrıların hayatında düzeltemeyeceği yanlışlar yapmasına neden olacağını da filmin henüz açılışında fark ediyoruz. Açılışta cehennem fokurdamalarını andıran fakat esasında kaynayan bir domates çorbası olduğunu fark edeceğimiz bir sahneyle karşılaşıyoruz. Bu sahnenin, Maud’un hiçbir zaman durduramadığı ve yakın bir zamanda açığa çıkacağını bildiğimiz iç çalkantılarının bir yansıması olduğunu ve içinde gittikçe büyüyen karanlığın etkisiyle yapacaklarının pek de uzak olmadığını fokurdayan çorbadan anlayabiliyoruz.

Saint Maud (2019), Morfydd Clark

Biraz sonra Maud’un bakımını üstlendiği son hastası olan Amanda’yla tanışıyoruz. Amanda, onu yatağa mahkum eden hastalığa yakalanmadan önce, şanı kendisinin önünde yürüyen önemli bir dansçıdır. Fakat hastalıkla beraber pek çok şeyi geride bırakmak zorunda kalmıştır. Londra’dan uzakta, sessizlik içinde ölmeyi tercih etmiştir ve aslında bundan korkmuyordur. Maud, Amanda’nın bakımını üstlendikten sonra, bir durup kendi yaşamına bakmadan, Amanda’nın kayıp bir ruh olduğunu düşünür ve onu kurtarmak, ona ilahi bir aydınlık verebilmek için saplantılı bir kimliğe bürünür. Aslında Maud, Amanda’nın seküler yaşamını, alkole olan düşkünlüğünü ve ona yanlış gelen cinsel yönelimlerini kıskanır. İster ki Amanda sadece onun olsun ve içindeki tanrıyla onu kutsayabilsin. Tam da bu noktada seküler yaşamla muhafazakar yaşamın çatışmasını gözlemleyebiliriz. Muhafazakarın, seküler olanın hayatına tahammül edememesi, belki onu kıskanması, ona imrenmesi ve hatta kendileri böylesine bir hayata sahip olamadığı için bu yaşam tarzından daha da nefret etmesi iyice belirgin hale geliyor. Kendini dine adamış bir muhafazakarın, tüm güzellikleri inancıyla yaşayabileceğini düşünürken, maddeler dünyasındaki hazlardan uzak bir hayat sürmesi ve aslında buna gıpta etmesini hissettiriyor Saint Maud. Zorbalıklar da bu sebeple ortaya çıkıyor. Genel olarak en zorba olan insanlar kendilerine dahi itiraf edemeseler de en kuytularında bu yaşama özlem duyuyor. Günah olarak addettikleri şeylerin cazibesi onların nefretini köreltiyor. Bu sebeple Amanda’nın hasta olmasına rağmen günlük hazlarına devam etmesi Maud’u daha da kışkırtıyor ve kendisinden başka kimsenin ona yardım edemeyeceğini düşünüp onu yalnızlaştırmak istiyor. Tüm dünyevi hazları bir kenara bırakıp içindeki sözde ilahi sevgiyle kendisine muhtaç olduğunu hissetmesini istiyor Amanda’nın. Fakat Maud, inanışların bir tür safsata olduğunu düşünen Amanda’nın ruhuna bir türlü ulaşamayınca inanışlarını öz muhakemeye sokup Amanda için daha güçlü dönmeye hazırlanıyor.

“Tanrım, tanrım… beni neden terk ettin?“

Maud’un kendini bulma ve içindeki sözde gücü keşfetme sürecine girdiği son bölümde ise halüsinasyonlar ile gerçekliğin iyice bulanıklaştığını görüyoruz. İlahi bir dokunuş, bir vahiy sandığı şeylerin sanrılardan ve mental sorunlardan dolayı açığa çıktığını bir türlü idrak edemiyor Maud. Aslında belki de etmek istemiyor çünkü onu kısır yaşamında ayakta tutan tek şey inancı. Böylelikle Amanda ile ikinci raunda hazırlanan Maud kendi cehennemine çekiliyor ve tanrısını kaybetmiş bir İsa gibi hayat ışığını tekrardan arıyor. Onu tekrar hayata bağlayacak ve hazlar dünyasında bulamadığı mutluluğu ona verecek tek bir işaret istiyor tanrısından. Özellikle, Maud’un özel cehennemine düşüşü itibariyle Rose Glass’ın sunduğu sinematik deneyim etkileyici bir boyuta tırmanıyor. Bu noktada filmin görüntü yönetmeni Ben Fordesman’ın dış mekandaki kasvetli tonlamaları, iç mekandaysa yoğun gölgeleri ve karanlık ışıklandırmasıyla Maud’un düştüğü cehennemin baskıcı atmosferini bizler de hissediyoruz.

Sinemada temsiline alışık olduğumuz muhafazakar yaşam tarzıyla modern dünyayı küçümseyen bir karakter çizen Rose Glass, tavrını daha da keskinleştirerek bunun sapkınlıktan öte bir şey olmadığını daha derinden vurgulamaya başlıyor. Böylesine bir hayatın, artık basmakalıp seçimleri yerle bir eden modern yaşamla itibarsızlaştığına şahit oluyoruz. Artık kendini dinine adayan hayatların yüce göründüğü ya da takdir edildiği zamanlardan çok uzağız. Böylelikle Glass, modern yaşamda yalnızlığı ve ötekileşmeyi tadan bu dar zihinlerin, kendi içlerindeki acı ve coşkularını daha yakından görmemize imkan tanıyor ve bu katı gerçekliği öznel düşlemlerle evrenselleştirerek zamanla itibarsızlaşan inançların, kayıp ruhların içinde kendini bir virüs gibi nasıl yaştabildiğine tanıklık ediyoruz. Sonunda da ne mi oluyor; virüs misyonunu tamamlıyor ve eğer tanrı gerçek değilse bile, zihin bir süre sonra onu gerçek kılıyor.

Saint Maud’un, en basitinden içinde bulunduğu janr sebebiyle tekinsiz bir yolculuğa çıkaracağı zaten aşikardı, fakat mevcut süresini uzatmayıp içeriğini ayrıntılara boğmadan yani en doğru tabirle vakit kaybetmeden meselesine yoğunlaşması ve belli başlı motifleri göze sokmadan gerektiği yerde kullanması filmin pür bir anlatı yakalamasını sağlamış. Fakat her şey bir yana, dinsel fanatizmin günümüz dünyasında kendine hala yer bulabildiğini göstermesi sebebiyle evrenselliğe ulaşan Saint Maud, gerçekliği gerçeküstücü bir anlatımla sunmasıyla her dönemin kıymetlileri arasında yerini alacaktır.

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Savaş Vadisi
Mel Gibson’ı gerçekten çok severim. Çocukluğum William Wallace’ın asil mücadelesini tekrar tekrar...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir