MFÖ’nün Bodrum Bodrum şarkısında Mazhar ustanın söylediği gibi, “Nasıl anlatsam, nerden başlasam?” Moonlight da öylesi uzun ve karmaşık bir yol. Haykırmak istediği çok şey var ama bunun için dile gerek duymuyor. Sessiz söz olur mu diyeceksiniz. Evet olur… Moonlight sessiz bir ağıt, insana ve insanlığa karşı.
Moonlight, çocukluk, ergenlik ve gençlik olarak ayırabileceğimiz üç bölümden oluşan bir büyüme hikayesi. Fakat bu kez beyaz adamın değil, orient olan, yıllarca sömürülmüş siyahın hikayesi. Daha çocukluktan bu yana hayatta kalma mücadelesi içerisindeki siyahın. Filmin ilk sahnesinde küçük kahramanımızın bir grup çocuktan kaçtığını görürüz. En sert haliyle başlamıştır hayat serüveni. Kendi halinde, zararlıya dokunmadan yaşanacak bir hayat değildir bu. Her zaman güçlü ve tetikte olmayı; açlığı ve sefaleti öğretir. Tüm bu karmaşa içerisinde kendini tanımak ya da kendini gerçekleştirmek o kadar güçtür ki duygular karışır, yalnızlık büyür ve var olma hissi dayanılmaz olur.
Konudan sapmadan değinecek olursam, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi vardır. Kişi, kendini gerçekleştirmeden önce belirli ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Güvenlik ve fizyolojik ihtiyaçlar gibi. Bu aslında felsefenin doğuşu için de geçerli. Belli bir refah düzeyine ulaştıktan sonra kişinin düşünebilecek vakti olmasıyla varoluşa, öz benliğe ulaşmak için kendine, insanlığa sorular yöneltebilir. Moonlight’da küçük kahramanımız Chiron için de aynısı geçerli. Kendisini güvende hissettiği insanların yanında olup karnını doyurabildikten sonra varlığını düşünmeye ve içinde bulunduğu kimlik karmaşasını çözmeye çalışır. Ya herkes gibi olmayı seçecektir ya da toplumun sindirdiği, başkalaştırdığı bir kişi olarak hayatına tehlike içinde devam edecektir. Siyah olmak bile başlı başına meseleyken, hemcinsine ilgi duyduğunu hissetmesiyle kendi renginin bile ona sırt çevirdiğini görür. Sert ve güçlü olmak zorundadır. Fakat bu mücadelede yalnızlık tam da burada başlar. Sevgiye ulaşmak ister, onu anlayan bir ten, bir can, sevmek-sevilmek. İhtiyaçlar Hiyerarşisinde bir diğer levele yükselir ve sevgi ihtiyacı hisseder. Ama hayatın ona pek de iyi davranmaya niyeti yoktur ve Chiron tadamadığı sevgi yüzünden hiçbir zaman bir birey olmayı başaramaz. Çünkü bu Hiyerarşiye göre kişi, basamak basamak bir diğer ihtiyaca yükselir ve tüm ihtiyaçlar tamamlanamadan kendini gerçekleştirme sağlanamaz. Peki toplumun başkalaştırdığı Chiron’un kimlik karmaşası nerede başlıyor. Tabii ki çocukluktan. Hayatı boyunca eksikliğini hissettiği anne-baba figürlerinin eksikliği ve sorunlu bir çevre ile bilinçaltının biriktirdiği her şey yetişkinlikte rol karmaşası olarak karşısına çıkıyor. Bu yönüyle yönetmen Barry Jenkins’in insan psikolojisinin temellerine girdiğini gözlemleyebiliriz.
Filmin ruh hali öylesine naif, kırılgan ki içiniz buruk izliyorsunuz. Aynı Chiron gibi şefkat arıyor, en az onun kadar siz de haykırmak istiyorsunuz ağır meselelerle dolu bu duygu silsilesinde. Bazen deniz dalgaları eşlik ediyor bu hüzünlü yolculuğa bazen ise ıslak kumlar. Chiron’un bu sessiz ağıdı biçimsel harikalarla kameraya yansıyınca kulakları sağır edecek bir çığlığa dönüşüyor. Kolay kolay unutulmayacak soundtrackler de bu hüzne eklenince işiniz Tanrıya kalıyor. Tıpkı Chiron gibi başınızı yaslayacak bir omuz arar oluyorsunuz. Nihayetinde Chiron tüm bu çalkantılı yaşamı boyunca sevgiye yaklaştığı tek kişide buluyor kendini. Tam da orada tüm zırhlarını çıkarıyor ve en saf haliyle benliğine tutunuyor. Mazhar ustayla başladık, öyle de bitirelim o zaman, “zor olsa da galiba dönüyorum sana.”