Efendim bu haftadan itibaren vizyondaki filmlere dair sayıklamalarımızı Ara Pası‘na taşıyoruz. Gösterimde olan filmleri kimi zaman sevgi, bazen nefret, pek az saygı, bolca alayla ele alarak kayalıklara çarpmadan sinema salonlarına yanaşmanızı sağlayacak ışığı tutmayı amaçlıyoruz; bunu yaparken de o haftanın dikkat çekici sinema olaylarına bakmayı ihmal etmeyeceğiz. Yerli filmlere pek rastlamayacağınız bu dizide, vizyonun bereketine göre başlıkların artıp azalabileceğini belirterek muhtemel anlaşmazlıkları şimdiden bertaraf etmemiz de ise fayda var. Bu yazıda, geçmiş haftaların filmlerini de dahil ederek şu an vizyonda olan filmlere dair kapsamlı bir inceleme yapacağımızı arz ederiz.
Haftanın Oyuncusu: Demolition
Jean-Marc Vallee‘nin son filmi ve filmografisinin en iyisi Demolition, özel ve kalite kokan bir iş olarak şu an vizyonda olan filmlerin hepsinin önüne çıkıyor. Ölümle yaşam arasındaki o muğlak çizgide yürüdüğünün bilincinde olan Davis’in (Jake Gyllenhaal) ansızın gelen bir kayıpta kendini bulma çabalarını ruha işleyecek şekilde ele alan Vallee, eylem ve söylem noktasındaki tutarlılığıyla filminin bir an bile yara almasını engelliyor. Kendinize ya da sevdiklerinize bir iyilik yapmak istiyorsanız hala vakit varken Demolition‘a bir bilet kesin.
Görev Adamı: Criminal ve Bastille Day
Criminal ve Bastille Day’in ortak özelliği, istediğinizi ya da beklediğinizi tam olarak vermeleri. İğrenç afişi, sinir bozucu fragmanı ve cezbetmekten fersah fersah uzak konusuna bakan aklı başında birinin, o devasa oyuncu kadrosuna rağmen, Criminal‘e şans tanıması pek mümkün gözükmüyor. Tüm bu olumsuzluklara karşın film gayet ne yaptığının farkında, tutarlı ve keyif verici bir aksiyon olarak görevini yerine getiriyor; ajanlar, kovalamacalar, hafıza, Kevin Costner derken sağ salim filmin sonuna kadar ulaştırıyor sizi. Hiç umudunuz olmadan yaptığınız bir oyuncu değişikliğinin size 1 puanı getirmesi kadar keyif verici bir iş Criminal.
Bastille Day için de benzer şeyler söylemek mümkün, Idris Elbalı üçüncü sınıf bir politik gerilim hissiyatı yaratan film, aslında göründüğünden fazlası olduğunu daha ilk yarıda hissettiriyor. Bu tarz filmlerde kolay görülemeyecek meziyetlere de sahip film, basit senaryo sorunları ve çelişkili, hatta düpedüz kötücül alt metinlerine karşın emsallerinin üstüne çıkıp keyif verici, su gibi akın giden bir esere dönüşüyor. Görev tanımının içini yeterince dolduran bu iki filme şans vermekten kaçınmayın, pişman olmazsınız.
Etkisiz Elemanı: The Huntsman: Winter’s War ve Brooklyn
Bu başlıktaki filmleri çarpmadaki 1 olarak kabul edebiliriz, olmasa da olurlar, olunca da pek bir şey değiştirmiyorlar. Eski masallara yeni yorum getirmenin onlarca gereksiz yöntemi var ama The Hunstman: Winter’s War bu yollardan en masraflısını seçiyor, biraz Pamuk Prenses, biraz Kuzey Mitolojisi, bolca şatafat derken ortaya katlanması zor bir sinema deneyimi çıkıyor. Yapılan masrafla gül gibi kaç film çekilebilir sorusuyla salondan ayrılmak isteyen bol vakit sahibi, hali vakti yerinde insanlar şansını deneyebilir yine de.
Brooklyn ise The Huntsman: Winter’s War‘un melodram olanı, bizim 40 yıl önce anlatıp rafa kaldırdığımız ağdalı Yeşilçam filmlerinden birine traş olmak için geldiği Türk berberinde rastlayan bir yapımcının her şeyi başlatmış olması kuvvetle muhtemel, Nick Hornby‘nin böyle bir senaryo siparişini kabul etmesini de Arsene Wenger‘i kovup yerine daha iyisini getireceğiz vaatlerinin etkili olduğunu düşünüyoruz. Saoirse Ronan‘ın performansını görürüz en kötü diyenlere de güzel bir haberimiz var: Ortada görülecek bir performans yok.
Altın Bidon: Backtrack
Bir önceki başlığımız çarpmada 1 ise, bu başlığımız çarpmada 0’dır; her şeyi silip süpüren, koca bir yutan eleman. Backtrack, yerli saçmalıkları bir kenara bırakırsak, vizyondaki en saçma iş olabilir. Bu konuyla ilgili teorimiz de şu: Adrien Brody kötü senaryolar yazıp berbat filmler çeken bir grup Uzaylının elinde rehin ve kahraman Adrien Brody, bu tarz filmlerle Uzaylı işgalini olabildiğince geciktirmenin peşinde. Bu büyük fedakarlık için kendisine şükranlarımızı sunuyoruz.
Onur Ödülü: Wolf Totem
Fransız sinemacı Jean-Jacques Annaud‘un son filmi Wolf Totem, yönetmenin insan-doğa ve birey-toplum arasındaki ilişkileri irdelediği La guerre du feu (1981), L’ours (1988), Seven Years in Tibet (1997) ve Deux freres (2004) gibi filmleriyle organik bağlar taşıyan ve o filmlerde geliştiren felsefeyi taçlandıran bir eser. Uçsuz bucaksız steplerde doğayla iç içe yaşayan, ekolojik sistemin bir parçası olan Moğolların Çin boyunduruğu altında yitirdiği değerlere yakılan bir ağıt olan Wolf Team, Orta Asya kültürünün önemli bir parçası olan kurtlara sinemada hak ettiği değeri vermesiyle de takdiri hak ediyor. Ufak tefek sorunlarına, yer yer ağdalı melodram sınırlarına yaklaşmasına rağmen Annaud‘un dediklerine kulak vermek lazım, insanı insan yapan değerlerin yok olduğu bir çağda hala böyle kaygılar taşıyan sinemacıların varlığı için şükran duymalıyız.