ANNIE HALL

Nereden başlasam bilmiyorum. Normalde yazılarıma izlediğim film ile paralel birkaç cümlelik hikayelerle başlarım ancak “Annie Hall” için bundan vazgeçiyorum. Her ne kadar sabır götürse de kişiyi selamete, ilk defa bir filmi negatif yönde eleştirmek için sabırsızlanıyorum.

Esasında sadece filmi eleştirmek Allen’a haksızlık olabilir. Sonuçta bir film yazmak, yazdığın filmi yönetmek ve yönettiği filmde oynamak, kısaca bir filmin baştan sona her aşamasında olmak O’nun en doğal hakkı, ancak filmin gerek Oscar ödüllerinde gerekse diğer ödül törenlerinde elde ettiği başarı, kendime “acaba yanlış filmi mi izledim”  sorusunu yöneltmeme sebep oldu.

Filmi hiç izlememiş birisinin sadece filmin konusunu ele alarak yapacağı değerlendirme ve beklentiler üzerinde durmak istiyorum biraz da. “Paranoyak ve obsesif” bir “komedyen”in ikili ilişkilerinin anlatılıyor olduğu bir film, özünde iki tezat olgunun aynı kap içerisinde harmanlanması sebebiyle mutlaka ilgi çekici niteliktedir. Ancak teoride ilgi çekici olarak gözüken bu senaryonun pratikte de ilgi çekici olabilmesi için olmazsa olmaz bazı kriterlerin göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin; komedyen karakterin seyirciyi tam gülme etkisi altına aldığı sırada psikolojik etkenleri yani paranoya ve takıntıları devreye sokarak duygu yoğunluğunu keskin bir şekilde değiştirmesi gerekiyor kanımca. Yani izleyici bir anda “dur bir dakika, ne oluyor!” diyebilmeli. Eğer izleyen bunu diyemiyorsa, ne tam gülüyor, ne de tam ruhsal durumun etkisi altında kalıyorsa, bir noktada eksiklik var demektir.

Woody Allen’ın yazdığı, yönettiği ve oynadığı 1950 yapımı “Annie Hall”ın diğer başrol oyuncusu ise Diane Keaton. En iyi film, senaryo, yönetmen dallarında Oscar ödülü almaya hak kazanan Woody Allen’ın ödül törenine katılmamış olması da, “Acaba Allen, filmi izledikten sonra benim gibi düşündü de törene katılmadı mı?” sorusunu aklıma getirmiyor değil. Filmin aldığı Oscar’lardan bahsetmişken Diane Keaton’ın da bu filmdeki oyunculuğuyla en iyi aktrist ödülünü aldığını da atlamamak gerek.

Bu arada, film elbette baştan sona kötü eleştiriyi hak edecek nitelikte değil. Filmin içinde, bazı fıkralardan yola çıkarak hayata dair önemli dersler de sunan sahneler mevcut. Bunlardan birisi ile yazımı noktalıyorum:

“Eski bir espri vardır, bilirsiniz. İki yaşlı kadın dağ başında lokantada yemek yemektedirler. Biri “Lanet olsun” der, “Yemekler ne kadar da berbat!” evet der diğeri; ”Üstelik porsiyonları ne kadar da az!”. Yani bu benim yaşam hakkında düşüncemin kısa bir özetidir. Hayat yalnızlık, sefilllik, açlık ve mutsuzluklarla doludur ama keşke bu kadar kısa olmasaydı.” – Woody Allen

Diğer Yazılar: Mustafa Emre Şeyh Ahmet
Fakülte – İlk Film Dosyası
Henüz 13 yaşındayım, o zamanlar sinemaya gitme isteği; film hobisinden ziyade bir...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir