ALBÜM

Mehmet Can Mertoğlu, senaryosunu yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi Albüm’le, Cannes’da Yılın En Yenilikçi Yönetmeni ödülünü aldı. Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç’ın başrollerini paylaştığı Albüm filmi, hüzünlü bir hikâyeyi anlatıyor olsa da mizahı kuvvetli bir yapıya sahip. Açıkçası bu filmin çok daha fazla ses getirmesini, herkes tarafından konuşulmasını beklerdim.

Film, çocukları olmayan bir çiftin Çocuk Esirgeme Kurumundan evlat edinme sürecine ayna tutuyor. Bahar ve Cüneyt çiftinin en büyük korkusu, bir gün evlat edindikleri çocuğun, evlatlık olduğunu öğrenmesi! Bunun gerçekleşmemesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Bahar karnına yastık koyarak yüzlerce fotoğraf çektiriyor. Bu fotoğrafları çektiriyor ki her şey usulüne uygun olsun! Çünkü önce kendisi inanmalı bu bebeğin annesi olduğuna…

Bahar ve Cüneyt, Ikea reklamlarındaki gibi mutlu bir aileye sahip olmak isteyen çiftlerden bana göre. Çok küçük alanların içine büyük hayatların sığabileceğini gösteren Ikea katalogları, satın alınan ürünle birlikte mutluluğu getiremiyor maalesef. Katalog sayfalarında gördüğümüz koltukta oturan anne, baba ve iki çocuk, ‘’normal’’ olanın çocuklu bir aile olduğu mesajını veriyor alttan alta. Kadının doğurgan, erkeğin ise güçlü olması gerektiğini söyleyen bir toplumla karşı karşıyayız çünkü. Albüm filminde de durum aynı. Filmdeki evli çiftin tek eksiğinin bir bebek olduğunu düşünüyoruz. Tıkınırcasına yemek yedikleri sahnede görüyoruz ki hiçbir zaman doyamacakları bir açlığa teslim olmuş bu iki insan. Hiçbir zaman eksikliklerini gideremeyecekler!

Bahar ve Cüneyt kendi ailelerine katılacak bir bebeğin yolunu büyük umutlarla gözlüyor. Üstelik standartları da var! Bir bebekle yalnızca esmer ve cinsiyeti kız diye sosyal bir bağ kuramadıklarını söylüyorlar. Erkek bebek istiyorlar çünkü. Olmuşken tam olsun istiyorlar. Beklediklerine değsin ve erkek bebekle konu komşuya hava atabilsinler! Aynı zamanda çocukları olmadığı için utanıyorlar da. Karnına yastık takarak sürekli fotoğraf çektirip bir ‘’Aile Albümü’’ oluşturma istekleri bu yüzden. Bir hayat oluşturmadan önce fotoğraf albümü oluşturmak istiyorlar.

Filmde aile dinamiğinin yanı sıra anlatılan birçok başka konu var. Bu noktada yönetmenin aslında ortaya karışık bir film çıkardığını düşünüyorum. Çok fazla şeyden rahatsızlık duyduğu açık ve net. Benim filmde en çok sevdiğim nokta; genele bakmaktan ziyade özele odaklanmayı sağlayan bir bakış açısı sunması. ‘’Devlet şöyle, toplum böyle,’’ demek yerine insanın kendi olamamışlığına ayna tutuyor en çok. Bireysel olarak ne kadar acınası halde olduğumuzu gözümüze sokarken aynı zamanda çarkın bir dişlisi olduğumuzu söylüyor. Çocuk Esirgeme Kurumunun soğuk ve renksiz odasında, yatağa konmuş annesiz bir bebeğin, yeni ailesine verileceğini düşündüğümüzde, bebek için her şeyin çok daha iyi olacağı yanılgısına kapılıyoruz filmde. Oysa durum hiç de tahmin edilen şekilde ilerlemiyor. Kadının toplum içindeki varlığı, ‘’Anne’’ olmak üzerinden anlam buluyor filmde. Sohbetlere daha kolay dahil olabiliyor, anlatacak cümlesi artıyor… Hiç gerçekleşmemiş olan hamilelik dönemini ballandırarak anlatıyor. Aslında Bahar tek bir şey olmak istiyor: doğurgan ve normal bir kadın! En kötüsü de hiçbir zaman anne olmak istemeyen bir kadının hikâyesi bu! Bebek, yeni ailesine katıldığında altı, büyük bir zevkle değiştiriliyor. Daha sonra ise pişik olacak kadar altının kirli kalmasının hiçbir önemi kalmıyor. ‘’Biraz koksun, bir şey olmaz,’’ diyor Bahar. Çocukken ailemizden büyük bir hevesle köpek isteyip daha sonra hayalimize kavuşunca köpeğin artık mutluluk getirmemesi gibi bir durum söz konusu. ‘’Köpeğim olsun başka hiçbir şey istemem,’’ diyen bir çocuğun, hayatı hiçbir şekilde anlamamış olması gibi bu filmdeki karakterler. Sosyal hizmetlerden gelen görevli kadının, ‘’formalite icabı’’ doldurduğu formdaki gibi bir hayat yaşıyor Bahar ve Cüneyt. Evlat edinilen bebeğin biyolojik ailesinin bir trafik kazasında ölmüş olması, görevli kadının elinde tuttuğu kâğıtları daha hızlı doldurmasına sebep oluyor. Başı ağrımayacak ilerde durduk yere! Görevli kadın, kurduğu cümlenin ve yaptığı işin sorumluluğunu almadığının farkında değil. Mış gibi yaşıyor. Tıpkı filmdeki Bahar ve Cüneyt gibi. Dualarla beklenen bir çocuk hayatın akışına katıldığı anda her şey değişiyor. Hayali kurulan ve ulaşılınca hiçbir değeri kalmayan şeyler gibi… Normalleşiyor her şey zamanla. Benim bu filmde en çok sevdiğim bir diğer şeyse, en önemli görünen meselenin aslında boşa bir uğraş olduğuydu. Hayatları boyunca kimsenin bakmak istemeyeceği fotoğraflarla dolu bir albüm kaldı onlardan geriye. Ne kendileri bu albüme bakabildi ne de başkaları. Kaldı bir dolabın rafında.

Albüm filmi konusu itibariyle oldukça özgün bir hikâye anlatıyor izleyiciye. Sorduğu en önemli soruysa şu: Hayatı geldiği gibi yaşamak varken bu formalite çabası niye?

Diğer Yazılar: Özlem Çetinkaya
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir