SONBAHAR

FIRTINALARA KAPILMIŞ HAYATLARIN SONBAHARI

Ünlü yönetmen Özcan Alper’in ilk uzun metrajlı filmi Sonbahar, 2008’de gösterime girdiğinde oldukça büyük bir sürpriz yapmış, seyirci sayılarından veya popülerliğinden bağımsız olarak çok güçlü bir film olarak görülmüştü. Türkiye’nin yakın dönemine yaptığı derin ve güçlü göndermelerle de 2000 sonrası Türkiye Sineması’nın önemli filmlerinden biri olarak gösterilmişti. Bu yazımızda siz okuyucularımıza Sonbahar filminin analizini yapacağız. Şimdiden iyi okumalar.

KONUSU

Üniversite yıllarında hapse girip 10 yıl sonra sağlık sebepleriyle tahliye edilen Yusuf, yıllardır görmediği baba evine döner. Babasını hapisteyken kaybetmiş, yaşlı annesi Gülefer ise onu bekleye bekleye neredeyse bir ömür geçirmiştir. Geçmişini unutmaya çalışırken bir meyhanede tanıştığı hayat kadını Eka, Yusuf’un hayatında yepyeni duygular açacak ve büyük fırtınalara neden olacaktır.

ANALİZ

Yönetmen Alper bu ilk uzun metrajında gerçek anlamda bir ustalık eserine imza atıyor burası aşikar. 19-22 Aralık 2000 Hayata Dönüş Operasyonları gibi şimdiye dek hiçbir sinemacının arka planına koymadığı bir konuyu, bu denli sade bir insan hikayesi içine başarılı şekilde serpiştirmiş olması gerçekten takdire şayan. Yusuf ve Eka’nın karakter yazımları çok başarılı. Senaryodaki başarısıyla da Alper göz dolduruyor. Öte yandan kabus sekanslarındaki ve kısa, çarpıcı flash-back’lerdeki başarısıyla kurgu da hayli akılda kalıcı bir yönü oluyor filmin. Burada kurgucu Thomas Balkenhol’un başarısını es geçemeyiz ki kendisi aynı yılın yine çok ses getiren bir başka yerli filmi İki Dil Bir Davul’da da başarısını perçinlemişti. Görüntü yönetmenliğinde ise ülkemizin sayılı yönetmenlerinden Feza Çaldıran elbette harikalar yaratıyor. Karakterlerin içlerinde kayboldukları fırtınaları, dalgaları geniş kadrajıyla yüzümüze çarpıyor.

Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.

Oyunculuklarda özellikle Onur Saylak ve Megi Kobaladze sade, gösterişsiz ama çok güçlü performanslar veriyorlar. Karakterlerinin aşırı konuşkan olmamaları, sessizlikleri filmin diliyle müthiş uyumlu bir şekilde ilerliyor ve filmin gerçekçiliğinde önemli pay sahibi oluyor. Yan rollerde ise Serkan Keskin her zamanki gibi. Gülefer Ana rolündeki Raife Yenigül de profesyonel oyuncu olmayışının tüm artılarını bize doğallığı ve süslü olmayan performansıyla ispat ediyor.

Öncelikle baş karakterimiz Yusuf’u ele alalım. Öncelikle isminin de film ve karakter için son derece uygun olduğunu söyleyebiliriz. Yusuf Peygamber veya herhangi bir peygamber gibi Yusuf da sırtında hayatı boyunca yükler, sıkıntılar taşımış, birilerini arkasından sürüklemiş, birilerinin arkasında sürüklenmiş bir karakter. Hapishane sürecinin kendisine verdiği yenilmişlik hissinin yanı sıra dış dünyaya yabancılaşması da cabası. Hapisten çıktığında doğduğu köye dönmesi de artık şehirde veya metropolde kesinlikle hayatta kalamayacağının bilincinde olmasının göstergesi. Film boyunca fazla konuşmaması, birkaç insan dışında neredeyse kimseyle muhatap olmayışı da bunun bir tezahürü. Geceleri gördüğü rüyalar, köyün sahilinin uç kısmında kayalara çarpan dev dalgalar arasında kaybolan silüeti onun artık ruhen yaşamadığının, yaşanmışlıklarının verdiği ağırlığın, gençlik fırtınalarının göstergesi. Ülke gençliğinin bir dönem jenerasyonunun portresi olarak gözümüze çarpıyor. Eka’yla tanıştığı anda da ona hemen aşık oluyor ama daha çok sessizliklerinde birbirlerini buluyorlar. Çok konuşmuyorlar, konuştuklarında da birbirlerini hemen okuyabiliyorlar. Özellikle Eka’nın Yusuf’u kendi deyişiyle “Rus romanlarından fırlamış” olarak görmesi de birbirlerine hiç yabancı olmayışlarının bir ispatı.

Eka’ya gelirsek o da ailesini ülkesi Gürcistan’da bırakmış, Türkiye’de Doğu Karadeniz’de arkadaşı Maria ile hayat kadınlığı yapıyor. Onun da hayatında sadece Maria var. Öte yandan çektiği gurbet acısı aşikar, yabancı bir ülkede yaşamanın verdiği duyguları da yaşıyor, erkeklerin rahatsız edici bakışlarına kim bilir kaç yıldır maruz kalıyor ama buna rağmen geçinmeye çalışıyor. Memleketinde bıraktığı küçük kızına ve ailesine para gönderiyor. Eka burada kendisini kaybolmuş hissediyor ancak bunu dile getirmiyor veya getiremiyor. Onda bu farkındalığın oluşmasını sağlayan ise Yusuf. Yusuf ile yaşadığı aşkta kendi olası geleceğini gören Eka finale doğru sınırı geçip ülkesine dönmeyi başararak bir nevi kendi içinde verdiği savaşı kazanıyor. Yusuf ise dalgaların arasında denizi seyrederek, annesiyle evde mızıka çalarak, geçmişine gömülerek devlete ettiği isyanın neticesiymişçesine fiziken olmasa da ruhen hapiste kalmaya devam ediyor.

Diğer Yazılar: Deniz Kuş
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir