ÖFKESİ, SİNEMA ESTETİĞİNDEN GÜÇLÜ BİR VİDEO ART
En basit sözlük tanımıyla sinema –ve sanatı- kamera ile elde edilmiş görüntülerin bir ışık aracılığıyla beyazperdeye yansıtılarak film adı verilen sesli veya sessiz hareketli görüntülerin elde edilmesi işidir. Bu hareketli görüntülerin içeriğini sosyal, ekonomik, toplumsal, bireysel, kültürel konuların işlendiği hikâyeler oluşturur. Vaktiyle bir trenin gara girişi de bir abidenin yıkılışı da film olarak kabul edilmiştir. Elbette köprünün altından çok sular aktı, sinema sanatı muazzam imkânlara ve sayısız hikâye anlatma biçimlerine kavuştu.
Bu girizgâhın bizi götüreceği yer ve yazının konusu sinema tarihi olmayacak. Filmlerinde anlatım yolu olarak yeni bir biçem oluşturmaya çalışan, deneneni kendi yorumunu katarak geliştirmeye ve kendi rejisini kurmaya çalışan genç sinemacılarımıza desteğim sonsuzdu ve bu hep böyle olacak. Bu platformda yazma gerekçemi sağlayan eleştirmen kimliğimle, sanatçının ürettiği ve dolayısıyla benim kritiğine dair cümleler kurduğum eserin sinema filmi olduğu ortak paydasında buluşmamız ön koşulu gerekmektedir. Bu sebepledir ki en baştan belirteyim, “Hayaletler” benim nezdimde bir sinema filmi değildir.
Büyük İtalyan yönetmen Federico Fellini‘nin bu cümlesi çok klişe gelmesin ya da sirk benzetmesiyle salt bir curcunanın işaret edildiği anlaşılmasın; muazzam sade ve nokta atışı yapan çok kıymetli bir tanımlama yapmış kendisi. Gitmiş olmanız gerekmez (özellikle hayvanlı gösteri sunanlarına gitmeyin de) şimdi bir sirki gözünüzün önüne getirin, sunulan şaşalı gösterileri, yüreğimizi ağzımıza getiren akrobatik figürleri, dikkatimizi manipüle ederek algımızda farklılık yaratan illüzyonistleri, cambazları… Bugünden yarına değil, yılların getirdiği birikimle aylar öncesinden ön hazırlığı yapılarak, dikkat, denge, beceri, çalışmayla güçlendirilen yetenek, yeni konseptleri sergileme hevesi, istikrarlı ve sabırlı deneme çalışmaları, yapanın, imkânların ve içinde bulunulan anın yönlendirmesiyle gelen doğaçlamanın estetik zarafetle adeta zaten bütünün parçasıymışçasına ona eklemlenmesi ve olmazsa olmaz teknik donanım ile kotarılabilecek bir iştir, tıpkı sinema gibi. Ancak sinema tüm bu saydığımız ögelerle beraber bir hikaye anlatma sanatıdır aynı zamanda; hikayesini sonradan (“masada halletmek” dediğimiz) eksiklikleri gidermek, çekilenleri kurgulamak, güçlendirmek ve renklerini düzenlemek (color correction) için sahip olduğu bir post-prodüksiyon safhası da vardır.
Tüm bu bilgiler ışığında Hayaletler’i nasıl konumlandırmalıyız?
Azra Deniz Okyay’ın ilk uzun metraj çalışması olan “Hayaletler”, metropolde elektiriğin sürekli kesildiği 24 saatlik bir zaman diliminde yolları kesişen dört kişinin hikayesine odaklanıyor. Hip-hop dansçısı olmak isteyen Didem (Dilayda Güneş), belediyede temizlik görevlisi olarak çalışan İffet (Nalan Kuruçim) ,kentsel dönüşümden kendi yolunu bulan fırsatçı mahalleli Raşit (Emrah Özdemir) ve mahallenin çocuklarına gönüllü film dersi veren feminist-aktivist Ela’nın (Beril Kayar) etrafında gelişen olaylarla, Raşit’in ağzından sıklıkla duyduğumuz “Yeni Türkiye” söylemini merkeze alarak bize -tüm haklılığıyla- memleket şikayetinde bulunuyor. Yıllardır kangrenleşip çözüme kavuşamayan bir ton sorunun sahibi ülke olarak, bunlara değinme isteği Hayaletler’in handikaplarından biri oluyor kaçınılmaz olarak. Kentsel dönüşüm, bundan rant elde edenler, “muhbir vatandaş”, Suriyeli mülteciler, evsizler, kadın hakları, kadın cinayetleri, uyuşturucu ticareti, genç neslin işsizliği ve onların hayallerine olan mahalle/toplum baskısı gibi onu da anlatayım, bunu da es geçmeyeyim dedikçe kamu spotuna evrilmekten kaçamayan bildik bir ilk film sendromuyla karşı karşıya kalıyoruz.
Rahatsızlık yaratan bu “çokluk” değil aslında, garip bir şekilde bunun seyirciyi boğmamasının altından kalkmasını bilmiş Okyay, eşzamanlı olarak içinde bulunduğumuz gündemin alışkanlığıyla benimsiyor olabiliriz pekala; burada hem senaryo hem karakterler yeterince ve derinlemesine işlenemeyince dramatik yapıda aksaklıklar oluyor, katmanlı karakter anlatısı göremiyoruz ve bu bizi onlarla bütünleştiremediği gibi hikayelerine dahil olmaktan da alıkoyuyor. Karakterlerinin zamanın, günümüzün, tam da şu ‘an’ın kahramanları olması üzerinden avantajını sağlayan bir oyunculuk anlayışı var, yoksa bu alanda yönetmen efektini çok da göremiyoruz.
Ele aldığı meselelere bu kadar yüzeysel yaklaştığı için parçalanmışlık duygusu da yaratıyor bir yandan. Sanki birkaç kişi konu başlıkları belirleyip, aynı görüntü yönetmeniyle kısa çekim tarihine sıkışan bir sürede aceleyle episod episod çektikleri bu görüntüleri montajlamışlar üslubu göze batıyordu ne yazık ki.
Teknik olarak doğru olan iki tercih var; biri kamerayı hareketli kullanma kararı, diğeri kurgu stili. Çekici ve izlenilir kılan unsurlar da bunlar zaten. Ancak bu hareketli kamera, görüntülerin sakil olmasını hiçbir zaman haklı kılmaz, kılmamalı da. Anlamsız kesik kadrajlar, çokça fluya düşen resimlerle epey özensiz bir işçilik ortaya koyuyor görüntü yönetmeni Barış Özbiçer. Kurgusu ise bunun tam tersi yönünde, Ayris Alptekin’in başarısı alkışı hak ediyor. Sanırım şu güne dek sinemamızda kurguda denenmemiş bir tarz denendi.
Yeri gelmişken sadece Hayaletler özelinde değil, genel anlamda sorunlu bulduğum ve yanlış değerlendirildiğini düşündüğüm bir şeye açıklık getirmek isterim; ağızlarda bir doğallıktır almış başını gidiyor. Senaryo ya da sahne özellikle gerektirmedikçe doğal ışık, doğal (gelişigüzel) kamera kullanımı, yönetmen müdahalesinden kopuk doğal oyunculuk özgün bir tarz değil, profesyonellikten uzak bir tavırdır. Doğaçlama, teknik gerçekçiliği aştığı anda sakillik yaratır, bunu sinemacılarımızın acilen öğrenmesi gerekiyor. Yeni bir keşif de değil üstelik, stüdyodan sokağa çıkan Fransız Yeni Dalga Akımı doğal mekanları, doğal ışığı, daha minimal doğal oyunculuğu tercih edeli epey zaman oldu zaten. Sinemayı, bariz dekor duran ve perspektif vermeyen mekandan, aşırı makyaj yapılan ve her daim “güzel” görünmek zorunda olan oyuncu görselinden, ağdalı diyaloglardan kurtardı, gerçek hayatın doğallığını estetikten ödün vermeden yorumlamaya devam etti. Bu tartışmasız bir devrimdir.
Misal gerçekte gece bir ormana girerseniz kapkaranlıktır, ancak hiçbir filmde orman sahnesini böyle görmeyiz, sinemacı da böyle vermez; ay ışığı kaynakmış gibi düşünülüp minimal ölçekte de olsa ışık kurulur. Hayatın realitesi bu değildir, ama sinemanın realitesi budur. Çünkü sinema estetik ve görsel bir sanattır her şeyden önce.
Bir filmde yer alan “arıza” bir karenin, mizansenin, sesin, rengin hikayeyi destekleyip besleyen bir sebebi vardır, olmalıdır. Hiçbir şey rastgele değildir, düşünülmüş hesap edilmiştir. Öbür türlü çok istenirse belgesellerle doğallık hayli hayli ortaya konabilir ki belgeselde dahi bir senaryo, bir teknik ve kurgu vardır.
Azra Deniz Okyay’ın Hayaletler’i, öncesinde çekmiş olduğu klip, belgesel, video art ve kısa film çalışmalarının etkisinden kurtulamayan bir rejiyle teknik ve dramatik anlamda zayıf kalan ve yine aynı sebeplerle merakı yüksek tutan bir iş. Kurgusu dışında çekiminde de farklı bir tarz denenmiş; hem kamera hem cep telefonu ile çekilen görseller bir arada kullanılmış. Filmde ara ara dikine çekilen telefon görüntüleri ile karşılaşmaktayız. Bu dikkat çekici olduğu kadar dikkat dağıtıcı bir anlatı, ancak neticede gerekli bulmadığım ve anlamlandıramadığım bir tercih.
Son tahlilde ortaya konan eseri kötü değil, şu ana dek yazdığım gerekçeleriyle bir sinema filmi olarak değerlendirmemin mümkün olmadığı, daha çok bir video art gösterisi demeyi uygun bulduğum bir yapım olarak tanımlıyorum. İlerde 2020’li yıllar anıldığında zamanın siyasi, sosyo-kültürel, toplumsal durumuna ve belki teknik stilde daha pozitife evrilecek olan yenilikçi bakışa dair referans verilebilecek bir yapım olarak da öne çıkması muhtemel.
Sistem eleştirisini sözünü gizlemeden, üstü kapalı vermeden cesurca ortaya koyması Hayaletler’i son dönem yapımlardan ayrı bir yere oturtarak özel kıldı ve bu cesaret festivallerden bolca ödülle ayrılmasını sağladı. Sinemamızın bozkırdan çıkamayan ve bireyin yalnızlığından dem vuran örneklerinden sonra farklı ve iyi geldiği aşikâr. Ayrıca baskı rejiminde ve baskı toplumunda direnen kadın karakterleri izlemek benim için çok önemli, bunun kadın sinemacılar aracılığıyla anlatılıyor olması ayrıca önemli. Her şeyden önce izlediklerimiz ve yönetmenin öfkesi çok hissedilir ve çok gerçekçi, bunu sevdim, çünkü hayaletler aleminde yok olmamak için bize cesaret ve gerçek öfke lazım. Bunların estetik dille buluştuğu filmler lazım. Bu sebeple Azra Deniz Okyay’ın bir sonraki projesini merak ettiren genç bir sinemacı olarak hafızalara not edildiği kanaatindeyim.
2020’nin bu son yazısında son söz olarak 2021’e sinemamız adına seyirciyle buluşan, çıtayı yükselten, cesareti bol, sinema dili ve tekniği güçlü eserler üretilmesi ve hepimizin bol filmli, filmleri sinema salonlarında izleyebildiğimiz virüssüz, hastalıksız, sağlıklı ve kadın cinayetlerinin yaşanmadığı bir yıl olması dileklerimi iletiyorum.
İyi seyirler, sevgiler.
Filmin fragmanı:
https://www.youtube.com/watch?v=lvhrwtok7gQ&t=46s&ab_channel=BoxOfficeT%C3%BCrkiye