I’M THINKING OF ENDING THINGS

i'm thinking of ending things

Charlie Kaufman, ismi bile heyecanlandıran çok zeki senaristlerden biri. Spike Jonze ve Michel Gondry ile olan ortaklıklarından harikulade filmler çıkmışsa da birine bağımlı kalmadan yönetmenliğini yaptığı eserlerden daha çok keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Bu nedenle I’m Thinking of Ending Things kitabını filme uyarlayacağını öğrendiğimde, daha önce adını duymama rağmen okumadığım romanı alıp bir çırpıda tamamladım. Romanı okurken kendime en çok sorduğum soru sanırım “bu roman filme nasıl uyarlanacak ki?” oldu. Ama sonra buna yeltenen kişiyi düşündüğümde, her seferinde cevap aynı oldu. Charlie Kaufman bunu başarır. Peki başarabildi mi?

Kitap uyarlaması filmlerde belli başlı problemler vardır. Kitaba ne kadar sadık kalınacak, kitabın ne kadarı filme aktarılacak, kitabı okurken okurun hayal gücü ile sahneler ya da seçilen oyuncular ne kadar eşleşecek, atmosfer ne kadar peliküle aktarılabilecek vesaire vesaire… Bu gibi güçlüklerin arasından alnının akıyla çıkan çok fazla film olduğu gibi Psycho, Blade Runner, Jaws, No Country For Old Men, A Clockwork Orange gibi az sayıda da olsa kitabın etkileyiciliğini fazlasıyla aşabilen filmler de oldu sinema tarihinde. Evet, I’m Thinking of Ending Things filmi de kanımca bu listenin yeni üyesi olarak sinema tarihine geçiyor.

I’m Thinking of Ending Things, altı haftadır tanıdığı erkek arkadaşı ile ilişkisinin yürümeyeceğini düşünen kadın kahramanımızın, ondan ayrılmayı düşündüğü bir evrede onun anne ve babasının yaşadığı kırsaldaki çiftlik evine yaptığı bir yolculuğu ve ziyaret sürecini anlatırken bir noktadan sonra işlerin çok farklı bir hâl aldığı bir hikâyeyi anlatıyor. Film Charlie Kaufman’ın en iyi filmlerinden biri olmasa da bu yılın en iyi filmlerinden biri olarak kesinlikle izlenmeyi hak ediyor. Belirli noktalarda anlaşılmaz gibi görünen senaryosu, satır aralarındaki küçük ipuçları ile çözülemeyecek gibi değil. Ama derin felsefi analizleri, çok fazla mekânda geçmese de güçlü atmosferiyle merak duygusunu sonuna kadar diri tutabilmesi ve bittikten sonra kafalarda devam etmesi ile çok güçlü bir yapım kesinlikle.

Netflix platformunda yer alan film hakkındaki bu yazının buradan sonrası sürpriz bozanlar içerebileceğinden, henüz izlememiş olanlara filmi seyrettikten sonra yazının devamında tekrar buluşalım temennimi iletmek isterim.

Film, adı film boyunca Lucy, Louisa, Yvonne ve Ames gibi çeşitli isimlerle anılan (biz Lucy diyelim hadi) karakterimizin her şeyi bitirmeye karar verdiğini ifade eden bir replikle açılıyor. Sonra bitirmek istediğini düşündüğümüz ilişkinin karşı tarafı olan erkek arkadaşı Jake ile Jake’in anne ve babasının kırsaldaki çiftlik evine uzunca bir yolculuk yapıyorlar. Dikkat edilirse yol boyunca taraflar arasında hafif gerilimli ancak dingin bir ilişkin var. Ne gerilim ne de bu dinginlik eve girene kadar bitiyor. Filmi ilk defa izleyenler için ara ara başka filmden kopup gelmiş gibi duran hademe sahneleri dışında herhangi bir sıkıntı da ilk başlarda yok. Esas sıkıntılar evde başlıyor, bir anda hazır olan ve herkesin oturduğu akşam yemeği sofrası, bir anda kaybolan ve farklı yaşlarda geri gelen karakterler, Jake’in yine ara ara kaybolup ortaya çıkan köpeği, Jake’in annesinin ani vefatı, bodrum kat sahnesindeki gariplikler “ne oluyor yahu?” dedirtiyor seyirciye. Neyse, çiftimiz bir şekilde çıkıyorlar evden. Dönüş yolunda olmamız rahatlatıyor bizi. Tulsey Town Dondurmacısındaki garip durumları da sineye çekiyoruz ama dondurma çöplerini atmak için geldiğimiz okulda olaylar iyice kopuyor. Seyredildiğini düşünen ve ortadan kaybolan Jake’in peşinden giden Lucy’nin hademe ile olan garip konuşması, sonra ne olduğunu anlamasak da görsel ve işitsel bir şölen sunan harika bir bale ve lirik dans gösterisi, dansın dramatik sonu derken Jake’in Flash TV yaşlandırma tekniğine benzer bir yaşlandırmayla hayatındaki karakterleri yanına dizdiği Nobel ödülü konuşması ve müzikal solosu kapanışı ile film bitiyor. Çok güzel ve sonuna kadar kendini izleten film, sonundaki soru işaretleriyle kapanıyor ve ağızlarda garip bir tat bırakıyor.

Film bittikten sonra izleyicinin ilk sorusunun “İyi ama ne oldu ki şimdi? Hakikaten bitti mi film?” olması mümkün. Çünkü film kendini hemen bırakmıyor seyircinin zihnine. Biraz düşünsel çarkların dönmesini istiyor, biraz gayret istiyor. (Kitapta da -diyaloglar arasında büyük farklılıklar olsa da- aynı muğlaklıkla bitiyor hadise bu arada). Ne oldu ki şimdi hakikaten? Kısaca bir bakalım neler olmuş.

Filmde tek bir karakter var. Jake. Halihazırda okulda hademelik yapan yaşlı bir adam. Her şeyi bitirmek isteyen Jake’in cevaplaması gereken bir soru var. Istırap dolu hayatını sona erdirmeli mi erdirmemeli mi? Film boyunca Jake’in içsel durumu resmediliyor kısacası. Jake bir çiftlik evinde doğmuş sorunlu bir sosyopat. Sorunlarının, hastalıklı bir anneden ve asla onayını alamadığı ima edilen baba tarafından körüklendiğini düşünsem de güçlü Freudyen ipuçları verilmediğinden, sosyopatlığının Jake’in kendi karakterinden ve iç dünyasından oluştuğunu düşünüyorum. Özellikle Tulsey Dondurmacısında kızlarla olan iletişimsizliği, kızların kendisiyle alay edercesine olan tutumları, insan ilişkilerinde olan sorunluluğunu en net gösteren sahnelerden. Kitapta çok verilmese de Kaufman filmde sorunları temellendirirken anne ve babaya daha çok pay veriyor. Jake çocukluğunda bodruma inip resimler yapıyor. Ressam Ralph Albert Blakelock’un eserlerini ve tarzını benimseyen Jake, bir çocuğa göre oldukça yetenekli olsa da babasının onayını alamıyor mesela.Gençlik yıllarında insanlarla iletişiminin oldukça başarısız olduğunu anlıyor. Özellikle başrol karakterimiz Lucy ile barda geçen çoğu hatırası buna bir örnek. Kız gerçekten ona yüz veriyor ancak bir sonraki hamleyi yapma konusunda başarısız olan Jake bu “ideal” kızdan numarasını almayı başaramıyor. Sonraki günlerde tesadüf eseri bir kere daha karşılaşmayı çok beklese de bu karşılaşma gerçekleşmiyor. İnsanların yanında iletişim kuramadığı için sıkılan ve bu hayatı kaldıramayan fizikçi Jake, ailesinin muhalefetine rağmen akademik kariyerini çöpe atarak yalnızlığıyla baş başa kalabileceği bir hayata yöneliyor. Özellikle kitapta annesi ile babasının tartışması sırasında bu durum açıkça ifade ediliyor.

Bir okulda geceleri çalışan bir hizmetli olarak işe başlıyor. Otuz yıl boyunca burada çalışıyor. Geceleri yalnızlığıyla baş başa kalıyor. Bu süre zarfında rayına oturmayan hayatının anlamını arıyor. Özellikle şu repliklerde otuz yıl boyunca aradığı tesellileri görebiliyoruz kanaatindeyim: “Yaşlanmak, bedenin çöküşü, işitme ve görme yetisinin kaybı, göremiyorsun, görünmez oluyorsun. Onca yanlış tercih yaparsın. Hepsi yalan. ‘İşlerin düzeleceği.’, ‘Hiçbir şey için geç olmadığı.’, ‘Tanrı’nın senin için planı olduğu.’, ‘Yaşın önemsiz olduğu.’, ‘Umudun asla tükenmeyeceği.’, ‘Her işte lanet bir hayır olduğu.’,  ‘Herkesin aşkı bulabileceği.’ Hepsi palavra!…”

Jake’in hastalıklı zihni kendisinden farklı kişilikler yoluyla yaşıyor, iletişim kuruyor. Ama yalnızlığına ve yaşamanın ağırlığına katlanamıyor bir şekilde işte. Filmde bunun sebepleri irdelenmediği gibi bilakis bir sebep olamayabileceği açıkça ifade ediliyor.  “Bazen kuzular ölür, bazen de başkaları asla farkında olmadan kurtçuklar hareket edemeyen domuz bedenini canlı canlı kemirirler. Günlerce acı çekersin ama kimse farkında olmayabilir. Çiftlik yaşamı acımasızdır. Olur böyle şeyler.”

Netice itibarıyla Jake, parçalanmış kişiliğine, artık kendini kandırmanın anlamsızlığını ve o kararı vermesi gerektiğini defalarca telefonla arayarak söylüyor. Netice itibarıyla da kendisine yani okuldaki gerçekliğine geri dönüyor. Kendi ile yüzleşiyor ve intihar ederek hayatını sonlandırıyor. Filmde karlar altında soğuktan donarak ölmeyi tercih ederken, kitapta okulda bir dolaba girip bir dolap askısını boğazına saplayarak intihar ediyor.

Bu dramatik yapı boyunca Jake’in kişilik çözümlemesi, Lucy’nin de Jake’in hayali karakter parçalarından birisi olduğu hakkında filmde çok fazla ipucu veriliyor aslında. Mesela Lucy’nin telefona her defasında yakın gözlüğüyle bakması ilk başta hipermetropi gibi görünse de sonradan Jake’in yaşlılığındaki davranışlarından biri olduğu anlaşılıyor. Ya da Lucy’nin en son ne zaman yolculuğa çıktığı gibi detayları asla hatırlamaması, Lucy’yi film boyunca arayan isimlerin devamlı değişmesi, bir sahnede Lucy’nin hadememizin izlediği romantik komedi filmindeki kıza evrilmesi, hatta tanışma hikayelerinin de bu filmde gerçekleşen olaya evrilmesi, Lucy’nin film boyunca, öğrenci, fizikçi, ressam, garson gibi bir çok meslekte çalıştığının ifade edilmesi gibi bir çok detay Lucy’nin Jake’in zihniyle eğip büktüğü hatıralar karması bir kadın imajı olduğunu kanıtlıyor.

Film boyunca arabada edilen sohbetler ve filmin temel senaryo çizgilerini oluşturan replikler de Jake’in çocukluk odasında bolca bulunan imgelerle desteklenmiş. Lucy, Jake’in odasına girdiğinde kitaplığındaki fizik, kimya, biyoloji ve bilim kitapları; Lucy’nin temel uğraş alanlarından olduğu bir yerde zikredilen “virüs bilimine giriş” kitabı; yine arabada epeyce sohbeti edilen William Wordsworth’ün ve David Foster Wallace’ın kitapları; izlendiği ifade edilen bir çok filmin VHS’leri; çokça atıf yapılan müzikallerin posterleri; palyaço figürlerinin yoğunlukta olduğu biblolar ve Jake’in filmin sonunda Nobel ödülü alırken yaptığı konuşmanın birebir alındığı “A Beautiful Mind” filminin DVD’si… “Kısacası filmdeki tüm olayların ve diyalogların Jake’in bilgi birikiminin bir yansıması olduğu açıkça ifade ediliyor.”

Kısaca Jake’in köpeğine de değinelim. Filmde devamlı silkinen asla yüzünü göremediğimiz köpek yıllar önce ölmüş. Külleri yine Jake’in çocuk odasında bulunuyor. Muhtemelen Jake artık yıllar önce ölmüş köpeğini çok da hatırlayamadığından onu sadece genel hatlarıyla görebiliyoruz diye düşünüyorum.

Jake’in annesi ile babası yıllar önce vefat etmiş. Kitapta detayları çok verilmese de filmde verilen sahneler çerçevesinde Kaufman’ın kafasında Jake’in annesine hastalığında ve yaşlılığında baktığını, ölümünden etkilendiğini ve ölümünü kabullenemediğini anlıyoruz. Babası da ya çok hastalık görmeden vefat etmiş ya da Jake onu yaşlılığında çok umursamamış. Jake parlak birisi ise de hiçbir zaman çok zeki birisi olmamış ama kitap kurdu birisi olduğundan gayretleriyle akademik alanda yükselmeyi başarabilmiş. Gelgelelim kişisel psikolojik bozuklukları onu yalnız bir yaşama ve kötü bir ölüme mahkûm etmiş.

Genel hatlarıyla hikâyenin temelini oluşturan olay örgüsü bu şekilde.

“I’m Thinking of Ending Things” olay örgüsünün çok ötesinde atmosferi ve seyirciyi hiç bırakmayan yapısıyla çok çok iyi bir gerilim filmi olduğu gibi felsefi derinliği ve anlatımının güçlülüğüyle harika bir film. Bu yılın en iyi filmlerinden olan bu yapım mutlaka izlenmeyi hak ediyor.

Diğer Yazılar: Hasan Tahsin Gökbulut
Gece Gelen
It comes at Night yönetmen Trey Edward Schultz tarafından yönetilen ikinci film...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir