Bu yazının ayakları zaman zaman yere basacak zaman zaman firar edecek yazı, biz de adeta düşünceler arasında dans edeceğiz. Etmemek için bir sebep göremiyorum.
İzlediği film ile insanın arasına girebilir miyiz, girelim mi? Bak burada bunu bunu anlatıyor, a bak o öyle değil ama, mı diyelim? Bu cümlelerden sonra yazı kendini yedi tüketti, yazı bir ouroboros oldu. Çağrışımlar birbirini çağırıyor sanki yazıyı yazmaya başlayınca. Henüz konuya giremedim dahi.
Yaramaz dikkatimizi yazıya toplayalım mı öyleyse? Başarabiliriz.
Sizinle biraz Jean-Luc Godard ve onun Pierrot le Fou1 filmi hakkında konuşmak isterim. Bahsedilecek film hakkında bir sır sunmayı vadetmiyorum size, hayır. Güzel bir günde, öğrendiklerimin heyecanıyla size doğru koşuyorum sadece. Farz edin ve mümkünse kabul edin paylaşmamın heyecanını. Güzel bir günde güzel arkadaşların yapacağı gibi anlatacaklarımı dinleyip dahil olursanız ve gözlerinizde yeni bir şey duymuş olmanın parıltısını görürsem yani daha da ne isteyeyim. Yolculuğumuza başlayalım.
Film 1965 yılına ait. Bin dokuz yüz altmış beş. Ben yoktum, ihtimal ki siz de yoktunuz. Böyle halleri ilham verici buluyorum; bin dokuz yüz altmış beş yılında yaptığınız bir üretim hakkında bugün biz bir şeyler söylüyoruz. Ölümsüzlük ve zaman yolculuğu… Değilse nedir?
1965 yılında Sevgili Godard’ın –kendisiyle ben de yeni tanışmaktayım, Kieslowski ile olduğu kadar içli dışlı değiliz henüz- bir derdi var: klasik anlatının kurallarını yıkmak. Klasik anlatı ne ola ki? Bildiğim kadarıyla anlatayım: Yorgun bir iş günü sonunda beyniniz bir yığın zamazingo ile dolmuş, kendinizi ruhsal anlamda rahatlatmak istiyorsunuz, film izlemeye karar verdiniz diyelim. Nasıl bir film beklersiniz, –siz beklemeseniz de bu kurgudaki figürümüz bekleyecek, kusuruma bakmıyorsunuz umarım- derli toplu bir film. Başı sonu belli, karakterlerle özdeşleşeceğimiz, kapılıp gideceğimiz akışına ve sonunda bize bir şey söylemiş olacak. Kafamız rahat, belki ağlayacağız belki güleceğiz, labirenti olmayan açık seçik bir haz. Klasik anlatı. Neyin neden olduğunu anlayabilme, zaman-mekan algısındaki açıklık gibi. Renkler, açılar, ışık, devamlılık her şey yerli yerinde ve bayramlığını giymiş çocuk gibi özenli.
Godard, Pierrot ile yıkmak istemiş bunların hepsini. Sinemanın kendi üzerine düşünmesi. Sinemanın “kendi”ni göstermesi. Bu bir filmdir. Ben kurdum, icat ettim, kayıt ediyorum, yaratıyorum. Bu bir film… Bonitzer’in deyimiyle “sinema gerçekliği yansıtmaz, onu icat eder.”2 Evet, Çılgın Pierrot bir film, bir icat, bir yapıt. Bundandır ki sizi rahat ettirmeyecek. Yeni doğmuş bir bebeğin gece ağlamaları gibi dürtecek ve uyanık tutacak, hatta yoracak belki.
Seyirci, hey! Uyanık kal. Üzerime düşün. Bak bu bir film.
Her şey alışılmışın dışında vuku buluyor Çılgın Pierrot dünyasında. Devamlılıktan bahsedelim mi, maalesef taze bitmiş. Ne kıyafetler ne açılar, ne renkler ne mekan, ne olaylar ne söylenenler. Hiçbir şey bizi rahata erdirmiyor. Sonsuz bir çimenlikte yürürken, ardı sahnede başka kıyafetlerle sudan çıkıyor oluyoruz. Bir odayı terk ederken aynı boy posta başka bir odada beliriyoruz, neredeyiz? Bilmem, sanırım diğer odada. Seyirci, hey! Uyanık kal.
Renkler. Yeşil kere yeşil, kırmızı kere kırmızı. Ferdinand’ın kayınbabasının –evet Fransızların da kayınbabası vardır- evinde bir partideyiz. Ferdinand “çerçevemizin” içine dalıveriyor. Erkekler ve kadınlar gerektiği gibi jest ve mimiklerle absürt şeyler söylüyorlar. Birbirlerine konuşuyorlar ve fakat diyalog diyemiyoruz. Kadınlar deodorantından bahsediyor, erkekler araba modellerinden. Merhaba, ben toplumsal cinsiyet rollerini inşa ediyorum serisi gibi lakin konumuz şu an bu değil. Duvara yaslanmış erkekler ve önünde oturan kadınlardan oluşan bir plan. Ferdinand dalıveriyor çerçevemize.
Bir diğeri, başka renk bir görüntü. Yeşil kere yeşil. Ferdinand’ın filmde de Samuel Fuller olan has Samuel Fuller ile konuşması. “Sinema nedir?” sorusunu soruyor. Halihazırda bir filmde halihazırda yönetmen olan birine -filmde de yönetmen üstelik-, sinema nedir diye sormak. Godard, muzip birisin.
Yine aynı evin içinde olduğumuzu düşündüğümüz -ancak somut anlamda buna dair bir verimiz yok- bir başka plandayız. Kadınların üstleri çıplak. Neden? Bilmiyorum. Bilmemem isteniyor diye düşünüyorum. Ne mekanda ne kıyafetlerde bir devamlılık aramamayı öğreniyorum.
Samuel Fuller sahnesinde hem arkadaki çerçeve yarım hem sağda masada oturduğunu düşündüğümüz kadın. Klasik anlatının kurdeşen dökeceği icatlar bunlar. Klasik anlatı bize gerçeği sunacağı umudunu veriyor; farklı farklı seçimleri bir araya getirmemiş gibi. “Gerçeğe açılan bir pencere” imiş gibi. Fakat Godard diyor ki hayır ben bu seçimleri bilinçli yapıyorum, kuruyorum, bir araya getiriyorum. Bu gerçek değil ya da sapına kadar gerçek. Bu bir film. Seyirci, hey! Uyanık kal.
Bir şeyleri, neyin neden olduğunu anlamlandırabildiğimiz bir dünyası yok Çılgın Pierrot’nun. Uzunca süre bir sahil kenarında ayaklarından zincirlenmiş bir papağan ve tilki –sanıyorum tilki- ile birlikteyiz. Sürekli kitap okuyor, aynı kıyafetleri giyiyor, günlük tutuyoruz. Buraya gelmeden önce birkaç insan öldürdük, araba çaldık ve eşimiz evde. Evden kaçtık.
Bir şeyler oluyor. Seyirci, hey! Uyanık kal. Öyle ki karakterler bunu gözümüzün içine bakarak söylüyor. Dördüncü duvarı yıkıyorlar, defalarca.
Bir de bir üst ses var, bir şeyler anlatan. Ne olduğunu anlamıyoruz çünkü ne gördüğümüz görüntüyle ne çalan müzikle ne de herhangi bir şeyle bir bağlantısı var anlattıklarının. Birinci bölüm, sekizinci bölüm diye bir şeyler anlatıyor, alıntılar yapıyor. Bilgi vermiyor, hükmetmiyor, düşüncemizi şekillendirmiyor. Var, duyuyoruz.
Filmin kendine has bir huzuru var, yok diyemeyiz. Orman içinde şarkılar söyleniyor, devrilmiş ağaç gövdeleri üzerinde cambazlık yapılıyor. En son ne zaman devrilmiş ağaç gövdesinde yürüdük, hatırlamıyorum bile. Duru fonlar önünde karakterlerimizin yüzü. Temiz bir film, net renkler. Wes Anderson’ın simetriye, düzene o denli takmayan hali dersek taşa tutarlar mı bizi bilemiyorum ama dedik gitti bile.
Bir de karikatürleşmiş şeyler var biraz. Amerikanların ağızlarını yayarak konuşması ve Coca-Cola içmesi, makası boynuna sokmak suretiyle öldürülmüş adamın plastik bir bebeği koltuğa koyuyormuşçasına tutup atılması, ne idiği belirsiz çokça makyajlı Lübnan prensesi gibi.
Evet Çılgın Pierrot, böyle ve böyle bir film. Elinizde o dönemde yaşayan diğerleriyle aynı materyaller, konular, karakterler var ve fakat öylesine bozuyorsunuz ki her şeyi bu başkalığın çekimine kapılıyoruz biz de.
Filmi izlerken rubik küp hissiyatı hasıl oldu bende. Sanki kamerayı, mekanı elimle tutabilecek ve taka-tak taka-tak oradan oraya hareket ettirebilecekmişim gibi hissettim. Sanıyorum Godard da rubik küpte bütün renk parçalarını doğru yerine oturtmuş bu filmiyle.
Umuyorum bir Godard filminden bahsedip Anna Karina övmedim diye bana darılmadınız çünkü yazının sonuna geldik. Yine umuyorum ki elinizden tutup esas oğlan ile esas kızımızın –kız da ne demekse- Ma Ligne de Chance3’yi söyledikleri ormanda bir gezintiye çıkarabilmişimdir sizi.
Bu arada Cowboy Bebop’un bir bölümünün adı da Pierrot le Fou4. Bakarsınız bir sonraki yazımızda da ondan bahsederiz. Hayat gerçekten sürprizlerle dolu, tıpkı Godard filmleri gibi. Öyleyse, esenlikler.
1*Ferdinand Griffon (Pierrot), Balzac 75-02, Paris adresinde yaşıyor ve her defasında “Balzac’ı unuttunuz mu” diye soruyor.
Film: Çılgın Pierrot. (1965). Yön. Jean-Luc Godard. Fransa, İtalya. 110’
2P. Bonitzer. (2011). “Gerçekliğin Parçaları”. Kör Alan ve Dekadrajlar, İstanbul: Metis.
3İlgili şarkı için: https://www.youtube.com/watch?v=5rMqSPCz3t4
4İlgili bölüm için: https://www.imdb.com/title/tt0618976/?ref_=ttep_ep20