Diriliş ya da Tarihsel Film Nasıl Olmalı?

Yalın bir tanımla “tarihsel gerçeklik” çok yakın olmayan geçmişte yaşananlardır. Bu sözcüğü tırnak içerisinde yazmamın nedeni ise geçmişte yaşananlara dair bilgimizin eksik olmaya mahkûm oluşudur. “Tarihsel gerçekliğe” dair bilgimiz eksiktir çünkü geçmişte yaşanmış ve artık tarih olmuş hiçbir olayı bütün yönleriyle, yaşandığı günkü haliyle bilemeyiz. Bunun en temel nedeni, geçmişte yaşanmış olana dair kanıtların bugüne ulaşırken azalmasıdır. Örneğin elli yıl önce yaşanmış, dolayısıyla artık tarihsel olma vasfını kazanmış bir olaya tanık olduğumuzu düşünelim. Olay gerçekleşirken bizzat içinde olsak dahi, hatta yaşananları an be an kaydetmiş olsak bile, elli yıl sonra gerek hafızamız gerekse de kayıtlarımız o olayı tüm yönleriyle, olduğu gibi aksettirmeyecektir. Elli yıl sonra ortaya koyduğumuz resim ancak yaşanmış olayı verilere dayanarak bugün nasıl yorumladığımızla şekillenmiş olacaktır. O yüzden “tarihsel gerçeklik” kavramını tırnak içinde yazmak, ona temkinli yaklaşmak istedim.

Tarihsel roman, dizi ya da filmlerin “tarihsel gerçekliğe” sadık kalması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu anlamda işin kurgusal kısmı bence “gerçekliğin” bilinmeyen ve belki de hiç bilinemeyecek yönlerini, yani elimizde veri olmayan yönlerini kapsamalıdır. Verilerin bize söylemediği şeyleri biz film ya da dizi çekerken veya roman yazarken hayal gücümüzü kullanarak kurgulayabiliriz. Bu yazıda Diriliş’i (The Revenant) daha çok bu çerçevede değerlendireceğim.

Filmin tarihsel gerçekliğe uymayan yönleri bir sır değil. İnternet âleminde Hugh Glass’ın gerçek hikâyesi ile filmin senaryosunu karşılaştıran birçok site var. Örneğin Glass’ın yerli bir eşi ve oğlu olduğu, yerlilerle birlikte yaşadığı köyünün ABD’li askerlerce basıldığı, baskın sırasında Glass’ın bir ABD’li teğmeni öldürdüğü, yine Glass’ın Fitzgerald’ı bulduğunda ona ettikleri gibi senaryonun temel bileşenleri ya hiç olmamış ya da olduklarına dair elde kanıt olmayan olaylardır. Senaryonun tarihsel gerçekliği açıkça değiştirdiği bir örnek vereyim: Glass gerçekte Fitzgerald’ı bulduğunda Fitzgerald ABD ordusuna girmiştir ve bir subayı öldürmek büyük bir suç olduğundan Glass onu öldüremez. Ancak yaşadıklarının bedeli olarak 300 dolar tazminat alır. Peki, bu noktada “tarihsel gerçeklik” neden değiştirilmiştir? Belki de senaryo kurgulanırken, izleyiciyi rahatlatmak adına Glass’ın intikamını dolaylı yoldan da olsa alması istenmiştir. Ne de olsa izleyici “mutlu” sonları sever. Benim itirazım işte bu noktada: Glass’ın hikâyesini bu filmden öğrenecekler için senaryonun “tarihsel gerçekliğe” sadık kalmasını isterdim. Glass intikamını almasaydı, Fitzgerald artık bir subay olduğu için 300 dolar tazminat almakla yetinseydi, filmi beğenmeyecek miydik? Senaryonun “tarihsel gerçekliği” değiştirmeye hakkı var mı? O “gerçeklik” hepimizin ortak hafızası değil mi?

Bir de senaryonun “tarihsel gerçekliği” değiştirmeyip, onun bilinmeyen yönlerine kurgusal bir katkı yapışına örnek vereyim: Hugh Glass gerçekten de Amerikan yerlileri arasında birkaç yıl yaşamıştır ancak bu konuda bildiklerimiz bu kadar. İşte bu noktada devreye kurgu girebilir. Senaryo yazarı, yetişkin bir erkeğin bu süreçte yaşamını bir eşle birleştirdiğini ve çiftin bir çocuk sahibi olduğunu hayal edebilir. Açıktır ki bu hayal filmin dramatik gücünü artıracaktır. Hele günümüz Hollywood’unun çokkültürlü birlikteliklere ilgisi düşünüldüğünde (bkz. https://fikrisinema.com/suyun-sesi-ya-da-hollywoodda-zamanin-ruhu/), bir beyaz ile yerli Amerikalının ilişkisi ve bu ilişkinin ürünü olan melez çocuğun bu dramatik etkiyi çok daha artıracağı kesindir. Diriliş senaryosu yazılırken bu güdülerle hareket edilmiş olması mümkün ve bunda hiçbir sorun yok. Aksine, “tarihsel gerçekliği” film vb. bir yapıtla ete kemiğe büründürürken onu bu tür insani ayrıntılarla süslemek hem yapıtın sanatsal değerini artıracak hem de izleyiciyi yapıta daha da bağlayacaktır. 

Ancak Diriliş’in bu “yerli oğul” kurgusu da sorunsuz değil. Çünkü senaryoda sadece yerli bir oğula yer verilmekle kalınmamış, Glass’ın hayatta kalma güdüsü neredeyse tamamıyla bu oğulun intikamını almaya bağlanmış. Oysa Glass’ın olaylar gerçekleşirken bir oğlu olsa bile yaşının bu maceraya katılmak için çok küçük olacağı hesaplanmakta. Dahası Glass’ın Fitzgerald’ın peşine düşmesinde temel güdüsünün Fitzgerald’ın onu ölüme terk etmesinden ve çok değerli olan tüfeğini çalmış olmasından kaynaklandığı bilinmekte. Açık ki bir oğulun intikamının peşinde koşmanın dramatik etkisi bir tüfeğin peşinde koşmaktan daha fazla olacağından senaryo “tarihsel gerçeklikten” bu noktada bir kez daha uzaklaşmış görünmektedir. Ancak kurgusal bir melez oğul yaratmak ne kadar ilginç ve meşru ise onu “tarihsel gerçeklikten” sapıp olayın merkezine yerleştirmek bir o kadar sorunlu bence. Filmin bu sorunlu yanları, filme dayanak olan kitaba (Michael Punke, Diriliş) bağlanabilir. Ancak kitapta bu melez oğul karakteri yoktur. Dolayısıyla bunun film için kurgulanmış bir karakter olduğunu düşünebiliriz.

Tüm bu sorunlu yanlarına rağmen Diriliş hamasetten uzak bir tarihsel anlatı sunması ve gerçeklik hissini üst düzeyde tutması gibi nedenlerle “bir tarihsel film nasıl olmalı?” sorusuna iyi bir yanıt sunabiliyor. Film bence hamasetten uzak çünkü ne Anglo-Sakson ne Fransız ne de yerli Amerikalılar filmde kategorik olarak yüceltilmiyor ya da yerilmiyor. Tümü acımasız doğal ve toplumsal koşullar içerisinde olan bu toplulukların bazı üyeleri kendilerini bu acımasızlığa kaptırıp her türlü kötülüğe meylederken kimisi ise temiz kalabiliyor. Film Amerikan yapımı olmasına rağmen ne ABD ordusunu ne de beyaz Amerikalıları övüyor. Bu topluluklara dahil bazı bireyler de kötülük sarmalının içerisinde. Daha da ilginç olanı, filmde Amerikan yerlileri de yer yer epey acımasız olarak resmedilmiş. Amerikan yerlilerinin işgalciler karşısında acımasızlaşması çok da sıra dışı değil ancak filmde yerlilerin kendileri gibi yerli olan kabilelerin köylerini basıp çoluk çocuk demeden katliama giriştiklerini de yine bir yerlinin ağzından duyabiliyoruz. (Film bu yönüyle bana yerlinin yerliye etmediğini bırakmadığı Apokalipto’yu hatırlattı). İşgalcinin mağdur ettiği yerlinin iktidar elindeyken kendi mağdurunu yarattığını söyleyebilmek tarihi (ve filmi) romantik bir okumadan kurtarıp ayaklarını daha bir yere basar hale getiriyor. Elbette bunu yaparken işgali ve onun getirdiği kötülükleri meşrulaştırmamaya dikkat etmek gerek. “Bu yerliler birbirini yiyordu, uygarlık geldi her şey yoluna girdi” türü bir anlatının, günümüz üst düzey film izleyicisi arasında pek taraftar bulmayacağı açık.Diriliş’in yarattığı gerçeklik hissi de dikkate değer. Film, 1820’lerin ABD’sinden bir kesiti, öyle büyük olayları, savaşları, devrimleri vs. konu etmeden, küçük ölçekte çok iyi betimlemiş. Gerek çatışma sahneleri gerekse de doğanın yarattığı güçlüklere dair sahneler izleyiciye “oradaymış” hissi veriyor. Bunun verdiği keyif bir yana, bu sayede döneme dair sayfalarca metni, günlerce, haftalarca okuyarak edineceğimiz izlenimi 2,5 saatlik bir film yoluyla edinebiliyoruz. 1820’lerin ABD’sinde devlet-toplum ilişkileri nasıldı? Ülkede hangi topluluklar mevcuttu? Kim kiminle çatışıyordu? Yaşantı nasıldı? Film, bu ve benzeri sorulara dair birçok cevap sunuyor ve döneme dair araştırma yapmaya yönelik ilgi uyandırıyor. Örneğin ABD tarihini bilmeyen birinin aklında Fransızların burada ne aradığına dair sorular uyanması olağan. Ya da filmden esinlenerek Amerikan yerlileri arasındaki mücadeleleri ilginç bir ileri okuma konusu yapmak mümkün. Bu yönleriyle Diriliş bence üst düzey bir tarihsel film. “Tarihsel gerçekliğe” daha sadık kalsaydı “izlediğim en etkileyici filmlerden biri” diyebilirdim.

Diğer Yazılar: Akın Öge
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir