6- Çözülemeyen Elizabeth Short Cinayeti / The Black Dahlia
Tüyler ürperten bu olayın kahramanı 22 yaşındaki Elizabeth Short’tu. Gerçek adı Mia Kirshner lakabı ise keskin bakışlı mavi gözleri ve simsiyah giysileri ile ”Black Dahlia” olan bu genç kadın 1947’de Los Angeles’te vahşice katledildi. Babası o henüz 5 yaşındayken 1929 yılında ortadan kaybolur. Arabası evinin yakınında bulunur. Birçok kişi intihar ettiğini düşünse de, birkaç gün sonra karısına geri dönmek için mektup gönderir. Ama karısı geri dönmesini reddeder. Elizabeth yaşına göre oldukça olgundur ve en büyük hayali aktrist olmaktır. Elizabeth babası ile birlikte yaşamak için Californaya’ya gider. Ama ikisinin birlikteliği uzun sürmez. Elizabeth’in eve geç gelmesinden ve sorumsuzluğundan rahatsız olan babası evden gitmesini ister. Californiya’nın güneydoğusuna giden Elizabeth, 6 ay boyunca süreleri 1 haftayı aşmayacak şekilde otel ve pansiyonlarda yaşar. Cinayete kurban gitmeden 6 ay önce. En son 9 Ocak 1947 yılının akşamı canlı görülen Elizabeth Short’un cesedi 15 Ocak 1947 günü Leimart Park yakınında boş bir arazide bulunur. İkiye bölünmüş ve kanı tamamen boşaltılmış bir ceset. El ve ayak bileklerinde işkenceye maruz kaldığına dair darp izleri, vücudunun çoğu yerinde kesikler mevcuttu. Göğüsleri doğranmış ve üzerinde sigara söndürülmüştü. Kanın boşaltıldığını varsayan polisler, cesedin başka bir yerden getirildiğini düşünür. Polis kayıtlarında cinsel organının çim ile doldurulduğunu dosyalara işlerler. Çok kesin olmamakla beraber bazı kaynaklar sperm izlerine rastlanmadığını bazıları ise rastlandığını belirtmekte. Short cinayeti kayıtlara Black Dahlia (Kara Dalya) olarak geçti. Los Angeles Polis Departmanı cinayetten sonra binlerce kişiyi sorguya çekmiştir. Şaşıracaksınız ama sorguya çekilenler arasında Orson Welles de yer almıştır.
İnişli çıkışlı bir hayat çok kötü bir sonla bitti. Elizabeth Short cinayeti hiçbir şekilde aydınlatılamadı. Brian De Palma bu esrarengiz olayı 2006 yılında ele aldı. Başrollerinde Josh Harnett ve Scarlett Johansson’un olduğu “The Black Dahlia” Kara Dalya filmine bir göz atalım. Öncelikle usta bir yönetmen olan Brian De Palma’nın yönetmen koltuğunda olduğunu ve filmin kadrosunun ilk başta gözümüze çarpan büyük bir etken olduğunu söylemeliyim. Yıldızlar geçidi diyebiliriz. Öncelikle Palma’nın üslubunu seziyorsunuz. Kapsamlı ve çok derin, anlaması güç bir senaryo karşımızda. Olayların bir çorap söküğü gibi ilintili ve filmin sonuna doğru filme iyice kapaklanıyorsunuz. Durağan bir yapı sizleri beklemekle beraber tamamen aksiyon isteyen arkadaşlar umduklarını bulamayacaklar. Filmde Elizabeth Short cinayetine hemen giriş yapılmıyor. Sırf Short Cinayeti üzerinden gitmeyen bir film. Eğer öyle olsaydı karşımızda belgesel olurdu. Kitap okur temposunda bir film desem herhalde nokta atışı yapmış olurum. İki dedektifin hem özel hayatlarında hem de iş hayatlarında ki durumlarını, olaylarını dramatik bir şekilde ele almış yönetmenimiz. Öncelikle şu bilgiyi de vermeliyim. Film Short cinayetini ele alan kitaplardan uyarlama. Oradaki bilgiler ışığında ilerlenmiş. Filmin gidişatı detaylı ve ağır. Biraz sıkabilir. Olumsuz noktayı da sizlere bahsetmeden sonlandırmayayım yazımı. Biraz “katil kim?” havasında bir film. Bu tarzı sevenlere de selam olsun. Durgunlaşan saatler içinde olsanız da inanın gizem dört bir yanınızda olacak. Hele ki sonunu tahmin edemeyeceksiniz. Beklenmedik bir şekilde gerçekleşiyor. Türünü sevenler için güzel bir yapım sizleri bekliyor.
7- Sylvia Likens Olayı / An American Crime
Sylvia Likens (d.03.01.1949 – ö.26.10.1965) Indiana’lı bir cinayet kurbanıdır. Gertrude Baniszewski, onun çocukları ve mahallenin diğer çocukları tarafından öldürülmüştür. Olay 1965 yılının Temmuz ayında başlamıştır. Sylvia’nın anne ve babası karnavalda çalışıyorlardı. Karnavalla turneye çıkan babası Slyvia ve kardeşi Jenny’i Temmuz ayının başında, ilk kez tanıştığı 7 çocuklu komşusu Gertrude Baniszewski’ye haftalık 20 dolar karşılığında bakması için bırakmıştır. Baniszewski o sıralar başarılı olamadığı evliliği yüzünden bunalımdaydı. Hıncını kızları döverek ve kırbaçlayarak çıkarıyordu. Daha sonra Baniszweski, Sylvia’yı şeker çalmakla suçlamıştır. Bir erkek arkadaşı olduğunu iddia ederek onu aşağılamaya başlamıştır. Paula Baniszewski (Gertrude Baniszewski’nin kızı) Sylvia ile arkadaştır. Fakat o da Slyvia’yı hamile olduğu iddiası ile suçlayarak cinsel organından tekmelemiş ve dövmüştür. Aslında hamile olan Paula’dır. Daha sonra yapılan otopsi testinde de Slyvia’nın hamile olmadığı ve öncesinde de hamile kalmadığı anlaşılmıştır. Bu iddaalar Paula’nın erkek arkadaşınıda proveke etti ve o da Sylvia’ya şiddet uygulamaya başladı. Sonra Gertrude Baniszewski mahalledeki diğer çocukları da ikna ederek, çocukların Slyvia’ya şiddet uygulamalarını istemiştir. Ekim ayının sonunda Sylvia’nın o evde çıplak ve ölü bedeni bulunmuştur. Her tarafında sigara yanıkları, açık yaralar vardı. Karnında ise kızgın ateş ile yazılmış “Ben bir fahişeyim ve bundan gurur duyuyorum” yazısı vardı. Slyvia’ya işkenceler Gertrude’nin önderliğinde mahallenin çocukları tarafından yapılıyordu. Slyvia kendisine geldiğinde işkenceler tekrar devam ediyor ve vücuduna kızgın ateş ile rakamlar, işaretler yapılıyordu. Bir insan nasıl olurda böyle şeyler yapabilir?
An American Crime / Bir Amerikan Suçu 2007 yılında Tommy O’Haver tarafından çekildi. Film gerçek bir hikayeden yola çıktığını belirten bir yazı ile başlıyor. Film boyunca bu filmin gerçek olamayacağını düşünüyorsunuz fakat bu yazı sürekli aklınıza geliyor. Öncelikle ben filmi beğendim. Bir biyografi filmine göre oldukça başarılı. Yaşanan olaylar gerçekçi bir şekilde aktarılmış. Senaryo mahkeme tutanaklarından uyarlanmıştır. Sarsıcı ve etkileyici bir film. Ellen Page’in oyunculuğu çok çok iyi. Yüzündeki gülümsemenin silinmesi, o karakteri yaşaması filme ayrı bir dram katmıştır. Film boyunca izleyicide öfke dinmiyor ve sürekli kendinize “Bir insan nasıl bunları yapar?” sorusu soruyorsunuz. Film ağır işliyor konuyu fakat akıp gidiyor süre. Filmin dramatik yönü çok ağır. Huzursuz, tüyler ürperten bir film. Biyografi filmlerini seviyorsanız filmi kesinlikle öneririm.
8- Dyatlov Geçidi Vakası / Devil’s Pass
Dyatlov Geçidi Vakası; 9 deneyimli dağcının Ural Dağları’nda 1959 yılının 2 Şubat gecesinde gizemli ölümlerini belirtmek için kullanılır. Bu esrarengiz olayın sırrı hala çözülememiştir. Olay bundan 55 sene önce Ural Dağları’nın uçsuz bucaksız eteklerinde Kholat Syakhl Dağı’nın doğusunda bulunan yerde geçmiştir. Kholat Dyakhl, Mansi dilinde ‘Ölüm Dağı’ anlamına gelmektedir. Grubun lideri Igor Alekseievich Dyatlov’un soyadını alan Dyatlov geçidinde gerçekleşmiştir. Uzmanlar ve araştırmacılar dağcıların açıklanamayan bir nedenden dolayı -30 derecede çadırlarını yırtarak yalın ayak terk ettiklerini saptamışlardır. Sonrasında bulunan cesetlerde iki kişinin kaburgasında diğer iki kişinin kafasında kırıklar olduğu tespit edilmiştir. Plan dahilinde grubun 12 Şubat’ta geri dönmesi gerekiyordu. Geldikleri yön olan Vizhai’ye gelip oradan spor kulübüne haber vermeleri gerekiyordu. Ama grubun lideri Igor Dyatlov hastalanarak geri dönen Yuri’ye gecikme olabilir demişti. Birkaç gün için gruptan kimse endişelenmedi. Birkaç gün geçtikten sonra gruptan haber alınamayınca gönüllüler, polisler ve ordudan helikopterler arama kurtarma çalışmalarına başladılar. Bu dokuz gencin nasıl ve neden öldüğü hala bulunamamıştır. 55 sene içerisinde onlarca iddia ortaya atıldı. Araştırmalar, kurtarma ekiplerine sorular, röportajlar, belgeseller ve filmler. Hiç birisi kesin ve somut bir şekilde cevap vermiyor. Hala gizemini koruyor. Ama çoğu insanın da inandığı ve olayın sebebi ile ilgili kuvvetli iddialar vardır. Sovyet ordular R-7 roketleri denemesi yapıyordu. Askeri ve nükleer deney bence kuvvetli iddiadır. Vücutlarında radyasyon bulunması en büyük kanıttır. Aslında hiçbir tanık olmadığı için asla bilinmeyecek bir olaydır Dyatlov olayı.
Beyazperde kısmına geçelim. Açıkçası bu olay dünya tarihinin en gizemli olayıdır. Ben bu olay ile ilgili daha önceleri film yapılması gerektiğini düşünmüştüm. Fakat Hollywood kayıtsız kalmış. 55 sene içerisinde bir gelişme olmamış. Film el kamerası ile çekilmiştir. Belki bu yüzden biraz eleştiri yağmuruna tutabilirsiniz. Filmde olaya başlama epey sürüyor. Film kesinlikle çok güzel. Gökyüzünde turuncu ışık görülmesi, vücutta radyasyon bulunması ve çadırın içinden yırtılarak çıkılması gibi olaylar birebir işlenmiş ve çok gerçekçi olmuştur. Dyatlov geçidi vakası ile ilgili yukarıda belirttiğim gibi onlarca bilgi bulabilirsiniz. Belgesellere de ulaşabilirsiniz. Film ile ilgili fikirleri kısa tuttum. Merak edenler filmi de izleyebilir. Ama en mantıklı ve doğru iddiaları belgesellerde bulabilirsiniz.
9- Smurl Ailesi / The Haunting
1972 yılında Atlas Okyanusu ve Florida’yı Agnes kasırgası vurur. Bu denli şiddetli ve büyük yıkım getiren kasırga birçok aileyi olumsuz etkiler. Bu ailelerin başında Smurl Ailesi de vardır. Jack ve Janet Smurl kasırganın yaptığı yıkıntılardan ve selden kaçmak için evlerinden Pensilvanya’dan ayrılırlar. 1973 yılında Jack Smurl’un anne ve babası çifte dublex bir ev alır ve beraber yaşamaya başlarlar. Çiftin iki tane kızları vardır. Dawn ve Heather adında. Çift ve çocukları evin bir yarısında, anne ve babaları ise evin diğer yarısında yaşıyorlardı. Ev 1896 yılında inşa edilmişti ve orta gelirli ailelerin yaşadığı sessiz ve sakin bir mahalleydi. Eve taşınmalarından bir buçuk sene sonra 1974 yılında bir şeyler değişmeye başladı. Anlamsız ve kafa karıştırıcı olaylar ile başladı. Yeni aldıkları halıların birinde nereden ve nasıl geldiği belli olmayan ve çıkması mümkün olmayan lekeler olmaya başladı. Yeni alınan banyo eşyalarının üzerlerinde çizikler, tamir edilmesine rağmen akan borular ve televizyonun aniden alev alması aileyi korkutmuştu. Kendiliğinden boşanan klozetler, yazıcının fişte takılı olmamasına rağmen çalışması. İşler daha da kötüleşmeye başladı. Evin yakınındaki komşular bile etkileniyordu. Evde kimsenin olmadığı zamanlarda bile evden sesler ve çığlıklar geliyordu. Daha sonraları aileye fiziksel şiddet olmaya başladı. Köpekleri işkenceye maruz kalıyor evde defalarca oradan oraya atılıyordu. 1986 yılında Amityville evini incelemiş olan psişik araştırmacı ve demonolojist Ed ve Lorraine Warren yardım amacıyla Janet ile bağlantı kurdular. Aile onların hakkında bilgi sahibiydiler ve çaresizlik içinde onlardan yardım istiyorlardı. Aile ile görüşüp evi incelediler. Evde 4 tane şeytani varlık olduğunu söylediler. Bu şeytani varlıkların açığa çıkması için çok denemeler yapıldı ve olumsuz sonuçlandı, aileye olan şiddet en üst safhaya kadar ulaşmıştı. Son çare medyaya haber verildi. Medyada haber çıkınca Smurl’ların evi ziyaretçilerin ve medyanın yoğun akınına sebep oldu. Katolik kilisesi ikinci başvuruyu da reddetti. Bölgedeki Seranton tarikatına mensup kişiler başvurup bir araştırma yaptı fakat olumsuz sonuçlandı.
Yaşanan bu paranormal olaylar 2009 yılında sinemaya aktarılmıştır. Filmimize yavaş yavaş geçelim. Filmi izlerken amacınız ‘korkmaksa’ film bu isteğinizi karşılayacak türde. Gerçek bir hikayeden uyarlanması filmi daha da cazip hale getiriyor. Süresi oldukça ideal. Bir korku filmi için ideal bir süre. Ses efektleri son derece güzel. İzleyiciyi korkutmayı başarıyor. Filmde mistik bir havadan ziyade gerçek bir hikayenin yansıması var. Sürükleyici bir film. Duygusallık ve korkunun harmanlanması filme ayrı bir hava katmıştır. Dram ön planda. Bir korku filmindeki bütün ögeler işlenmiş. Gerilimin dozu da düşmeyince izleyici filmden kopmamıştır. Oyunculuk olarak Kyle Galner ve Virginia Madsen’in oyunculuğu ortalamanın üstünde. Genel olarak klişelerden kopması ve ses efektlerinin yerli yerinde kullanılması filmi güzel kılan özelliklerden.
10- Karındeşen Jack / From Hell
“Tarihe bakıldığında 20. Yüzyılı benim başlattığım görülecektir.”
Jack The Ripper
Karındeşen Jack, 1888 yılının ikinci yarısında İngiltere’de Thames nehri yukarısında Whitechapel bölgesinde faaliyet göstermiş seri katil. Jack ismi, dönemin merkezi haberalma örgütü’ne katil olduğunu iddia eden bir kişinin yolladığı mektuba dayanarak verilmiştir. 31 Ağustos 1888’de ıssız ve boş sokakta 42 yaşında ki Marry Ann Nicholls adında bir hayat kadınının cesedi bulunmuştu. Kadının boğazı, kulağından başlayıp tüm boğazını kaplayacak şekilde kesilmiş, karnı açık bir şekilde kesilmiş bir şekilde bulundu. Polis memurları konuyu incelemeye almış olmalarına rağmen en ufak bir iz, bir kanıt bulamamışlardır. İşlenen cinayetlerin profesyonel bir bıçak darbeleri ile işlendiği anlaşılmıştı. İnsanlar korkudan dışarı çıkmazken polis de katil avına çıkmıştı. Bu arama süreçleri içinde katilin bir yahudi kasap olduğu duyumu üzerine halkın bazı kesimlerinde ayaklanmalar olmuştur. Yahudi mahalleleri ve işyerlerine ayaklanmalar olmuştur. Halk içinde kargaşa ve korku ortamı hakimdi. Bu ortam içersinde 30 Eylül 1888’de Elizabeth Stride isimli bir kadının cesedi bulundu. Boğazı vahşi bir yöntem ile kesilmişti. Polis bu cinayeti araştırırken bir ceset daha bulundu. Bazı kesimlerin iddialarına göre katilin cinayetleri aynı şekilde işlemesi katilin bir ayin veya bir ritüel yapmasından kaynaklanıyordu. Kimilerine göre katil masondu ve cinayetleri de masonik ritüellere göre işliyordu. Bu korkunç cinayetler bu son cinayet ile durmuştur. Whitechapel cinayetleri son bulmuştu. Karındeşen Jack arkasında sayısız soru işareti bırakarak ve kimliği hakkında hiçbir şey bilinmeden ortadan kaybolmuştur. Tabiri caizse sırra kadem basmıştır. Sokak kadınlarından frengi hastalığı kapmış Whitechapel’de yaşayan Jacob Levi adlı bir kasap olduğu da düşünülmektedir. National Geographic’de Karındeşen Jack ile ilgili belgesel çevrilmiştir. Bu bilgiyi oradan sizlere paylaşıyorum. Belgeselde hastalığın ilerlemesi nedeni ile cinayetlere ara vermek zorunda kaldığı ve birkaç yıl sonra öldüğü söylenmiştir.
Karındeşen Jack birçok çizgi romana, romanlara ve filmlere konu olmuştur. National Geographic’in Finding Jack The Ripper adlı belgeselini merak edenler izleyebilir. Biz ise onu konu alan From Hell / Cehennemden Gelen filmine geçelim. Filmimiz korku-gizem-gerilim türlerini barındırıyor. Yarattığı atmosfer bize 1800’lü yıllar İngiltere’sini çok iyi bir şekilde aktarmış. Kostümleri ve görselliği ile o yılları yaşayacaksınız. Filmde masonluğa da vurgu yapılmıştır. Ayinleri ve üye kabul görme sahnelerini göreceksiniz. Filmimiz karanlık ve yavaş olsa da izleyiciyi sıkmadan heyecanlı bir şekilde ilerliyor. Oyunculuk olarak başrolde ünlü oyuncu Johnny Depp’i göreceksiniz. Performans olarak geçer not aldığını söylemeliyim. Johnny Depp hayranları filmi kesinlikle izlesin. Atmosferi, kostüm ve mekan çekimleri, oyunculukları ile filmin geçer not aldığını belirtmeliyim. Londra’nın sefil, karışık ve kirli sokakları çok iyi bir şekilde yansıtılmış. Karındeşen Jack’i merak edenler filmi izlemenizi öneririm.
11- Sawney Bean Efsanesi / The Hills Have Eyes
Tepenin Gözleri filmi yapımcısı Wes Craven’in filmin hikayesini yazarken ezbere yazdığını mı zannediyorsunuz? Hayır.
Wes Craven film için araştırma yaparken bir İskoçya efsanesi okur. Olayın kahramanı 15. yüzyılda yaşamış Sawney Bean’dir. Bean’in babası hendek kazma ve çit düzenleme işinde çalışan bir adamdı. Aile fasulye ticareti yaparak para kazanıyordu. Daha sonra Sawney Bean evlenerek ailesinden ayrılır. Sawney Bean tembel birisidir. Dürüst yollardan para kazanmayan birisidir. Sawney Bean daha sonra karısı ile birlikte kasabayı terk ederek yakınlardaki mağaraya yerleşir. Mağara 200 metre derinlikte ve gelgitlerin olduğu bir mağaradır. Galloway tepelerinde olan bir mağaradır bu. Çiftin zaman içinde 8 oğulları, 6 kızları ve onların ensest ilişkilerinden 32 torunları olmuştur. 48 kişilik dev bir aile uçsuz bucaksız bir çevrede yerin 200 metre altında pislik dolu bir mağarada yaşıyorlardı. Bu aile çalışmaya pek niyetli olmayan bir aileydi. Nitekim hayatlarını yaptıkları soygunlar ile geçindiriyorlardı. Kendilerine göre haklı oldukları olaylara başladılar. İnsanları tuzaklarla ağlarına düşürmeye başladılar. İnsanları mağaralarına getirip yiyorlardı. Yiyebildiklerini yiyorlar, yedikten sonra kalan parçaların ise turşusunu kuruyorlardı. Bazı vücut parçalarını ise yakınlarda yakıyorlardı. Bu süre zarfında 1000’den fazla insanın öldürüldüğü tahmin ediliyor. Ailenin yakayı ele vermesi ise ellerinden kurtulmayı başaran bir adam sayesinde olur. Karısının öldürüldüğüne şahit olan bu adam kaçıp İskoç kralı IV. James’e giderek her şeyi anlatır. Kralın komutasında 400 kişi ve halktan bazı kişiler av köpekleri ile Bean’leri izleyerek onları mağaralarında kıstırmışlardır. Sawney Bean ailesinin 15. yüzyılda yaşadığı rivayet edilir. Önemli bir soru ise; bu anlatılanlar bir uydurma olabilir mi? Resmi kaynaklarda bu hikaye fazla geçmemektedir. Bazı araştırmacı ve bilimadamları ise bu olayın uydurma olduğunu söylüyor. Ama bazı tarih kitaplarında ve Kral’ın kaynaklarında geçtiği söylenir. Nitekim Wes Craven bu olayı okur ve The Hills Have Eyes / Tepenin Gözleri filmine ilham kaynağı olur.
Film 1977 yapımıdır. Ayrıca bu filmimizden daha çok tanınmış 2006, 2007 ve 2014 uyarlamaları da vardır. Bu uyarlamalar 1977 yapımı filmin çağdaş uyarlamalarıdır. Filmin konusu yukarıda anlattıklarım değildir. Yani bizzat yaşananlar değildir. Filmde karavan ile tatile çıkan bir ailenin yolunu kaybedip, nükleer santralin olduğu bir bölgede mutasyona uğramış mutantlar tarafından saldırıya uğradıkları konu edilir. Wes Craven ise sadece bu tarihi olaydan esinlenerek filmi çekmiştir. İlk filmi de başarılıdır fakat 2006 ve 2007 yapımı filmlerin doğal olarak daha kaliteli olduğunu düşünüyorum. 1977 yapımı filmi de eski filmleri sevenler izleyebilir.
BONUS
Open Water (2003)
Philadelphia Deneyi ve Philadelphia Experiment (1984)
Borderland(2007)