2020 YILININ KIYIDA KÖŞEDE KALAN FİLMLERİ

Sala samobójców. Hejter (2020)

Yılın en iyi filmlerini yazıp çizdiğimiz, yıl sonu listeleriyle renklendirdiğimiz şu günlerde, sezonun pek kıymeti bilinmeyen ve kıyıda köşede kalan filmlerini derlemeyi yıllardır kendime bir borç bildim. Bu vesileyle, pandemi gölgesinde geçen 2020 yılında tanıştığım ve bir şekilde bana iyi gelen ama hiçbir koşulda beklentiye girilmeden izlenilmesi gereken filmleri bulup buluşturup derledim. Yıllardır yaptığım bu dosyaya giren filmlerin hiçbir zaman çok iyi filmler olduğunu savunmasam da kalburüstü olduklarını ve izledikten sonra güzel bir tat bırakacağına kefil olabilirim. İşte 2020 yılının kıyıda köşede kalan filmleri:

Butt Boy
Butt Boy (2019)

Monoton bir yaşamın insana neler yaptıracağı belli olmuyor. İnsan bir anda kendini oldukça absürt bir bağımlılığın içinde bulabiliyor. Ana karakterimiz Chip bir bilgisayar uzmanı, oldukça sıkıcı bir işe ve heyecandan yoksun bir özel hayata sahip. Bu hikaye acaba nasıl ilgi çekici bir hale gelecek diye düşünürken Chip, prostat sıkıntısı üzerine hastaneye gider ve rektal tuşe muayenesinin hoşuna gittiğini fark eder, böylelikle olaylar gelişir. Chip bundan böyle gördüğü her nesneyi poposuna sokarak hayatını renklendirmenin yolunu bulmuştur. Ta ki bu bağımlılık onu suça teşvik edene kadar.
Butt Boy, her ne kadar iddiasız bir film olsa da yılın en keyifli absürt polisiyesi. Poposundan güç alan anti-kahraman Chip ile mutlaka tanışın.

The Half of It
The Half of It (2020)

The Half of It, bir sinema alttürü olan ‘coming of age’ (yetişkinliğe geçiş) filmlerinin bu yılki temsilcilerinden. Çok güçlü olmasa da LGBTIQ+ temasları da barındırması benim epey hoşuma gitmişti. Fakat filmin her anına Netflix şirketinin ‘B’ filmlerinin kokusu sinmiş ne yazık ki. Bu tarz güzel düşünülmüş hikayeler yönetmenlerin tercihlerinden çok şirketlerin dokunuşlarıyla çekildiği için tam anlamıyla bağımsız bir ruha dönüşemiyor. Hikayelerin akıbetini senaristler değil koltukta oturanlar belirliyor. Tüm bunlara rağmen The Half of It, konusunun naifliğinden ötürü şans verilmesini istediğim bir iş.

Hunter Hunter
Hunter Hunter (2020)

Kıyıda köşede kalan filmler serimizde, yılın korku-gerilim türündeki iyi filmlerinden birine yer vermezsek olmaz. Geçimini avcılıkla sağlayan bir ailenin yabandaki en büyük düşmanı ya ayıdır ya da bir kurt. Hunter Hunter, güvenliklerini kontrol altına almak için onları rahatsız eden bir kurdu alt etmeye çalışan bir ailenin başına gelenleri konu alıyor. Fakat doğada kötülüğe yer yoktur; bir kurdun tek derdi hayatta kalabilmek için besine ulaşmaktır. Asıl kötülük insanlardan gelir. Filmin senaristleri de öyle düşünmüş olacak ki, bu kedi fare oyununda şeytanı gene bir insan oynuyor ve hikayenin seyri bir anda değişiyor. Türü sevenler kaçırmasın.

Sala Samobójców. Hejter
Sala Samobójców. Hejter (2020)

Polonya yapımı Sala Samobójców. Hejter, hırslarından beslenen insanların amaçlarına ulaşabilmek için hiçbir ahlaki yozlaşmayı umursamadığının en güzel örneklerinden. Tomasz zor şartlar altında hukuk okuyan bir üniversite öğrencisidir. Hazırladığı bir makalede intihal yapması üzerine kurul kararınca okuldan atılır. Aslında Tomasz için ahlaki çözülme, hukuk okurken intihal yapabilmesiyle başlamıştır. Sonrasında onun için hayatta başarıya ulaşma çabası, Gabi adındaki aile dostlarının kızlarından hoşlanmasıyla kendini kanıtlama meselesine dönüşür. Kıvrak zeka, iflah olmaz bir hırs ve ahlaki körlükle bütünleşince ortaya bir canavar çıkar.
Sala Samobójców. Hejter uzun süresine ve olaydan olaya atlayan yapısına rağmen bir an olsun aksamayan ve insanı düşündüren bir film. Zeka ve azim bazen yanlış ellerde, yanlış şekillerde kullanılabiliyor. İnsanlık bunu tarih boyunca çokça tecrübe etti.

Dating Amber
Dating Amber (2020)

Yılın en iyi LGBTIQ+ filmlerinden birine geldi sıra. Dating Amber, toplumsal cinsiyet rollerinin bireylerde ne gibi sorunları tetiklediğini gösteren oldukça başarılı bir film. Akranları gibi görmeyen, duymayan ve hissetmeyen bireylerin, yetişkinliğe geçiş sürecinde toplumla olan gizli savaşlarına, kendilerini var etme safhasında yaşayabilecekleri sorunlara ışık tutuyor. Artık günümüzde coming of age olarak adlandırılan alttürün, LGBTIQ+ ile birleşebiliyor olması beni çok mutlu ediyor. Çünkü -eski zamanın örümcek ağıyla örülmüş zihinlerinde daha az mümkündü belki ama- artık günümüzde yaşıtları gibi hissetmeyen bireyleri cesaretlendirek ve hislerinin bir hastalıktan çok bir var olma içgüdüsüne ait olduğunu benimsetecek bu tarz işler çok değerli.

Eternal Beauty
Eternal Beauty (2019)

Mental problemlerle boğuşan bir genç kadının yaşamına odaklanan Eternal Beauty, bu yıl izlediğim filmler içerisinde canımı en fazla acıtanlardan biri oldu. Renkli ve absürt anlatımının arkasında izleyeni derinden sarsan bir hüznü var. Mesele, mental sorunlar yaşayan insanların yaşamlarının tekinsizliğine ve bu süreci tetikleyen travmalara geldiğinde, ister istemez empati kuruyorsunuz ve böyle süregelen bir hayatın talihsizliğine ah çekiyorsunuz. İlk bir saatin absürt bir anlatımla geçişi, son bölümün ise yürek burkan hüznü, Eternal Beauty için teşekkürlerden bir demet vermenize yetiyor.

The King of Staten Island
The King of Staten Island (2020)

11 Eylül’de babasını kaybeden bir gencin, kimlik edinme süresince yaşadıklarını konu alan The King ff Staten Island, aynı zamanda filmdeki ana karakteri canlandıran komedyen Pete Davidson’ın yarı otobiyografik hikayesine odaklanıyor. Tüm gününü aylaklıkla geçiren ve bunu aslında sorunlardan kaçmak için bir araç olarak gören Scott’ın sıradan hikayesini, yönetmen Judd Apatow öyle sade ve olağan bir şekilde anlatmış ki, The King of Staten Island hayatın ta kendisi olmuş. Hepimizin hayatları gibi, ışıltısız ve stabil; iyinin ve kötünün olmadığı, kurgunun gerçeklikle bütünleştiği bir film.

Kajillionaire
Kajillionaire (2020)

Bazı insanlar için yaşam bir mücadeledir, ve mevzu bahis hayatta kalmak ise hiçbir etik kavram yapılacak eylemlere engel olamaz. Bu düşünceyle hayatlarını idame eden, çalışarak para kazanmayı reddeden, sosyal eğitime karşı çıkan ve kapitalist düzenin getirdiği burjuva yaşamıyla alay eden insanlar aslında her yerdeler. Fakat bu mantaliteye sahip insanlar bir de ebeveyn olduklarında, meseleler karmaşık bir hale bürünebiliyor. Kajillionaire, bu tarz ebeveynlerle yaşamak zorunda kalmış bir kadının at gözlüklerini çıkardığında, dünyanın aslında düz olmadığını fark etmesi kadar güçlü bir uyanışı anlatan, kişinin bir zaman sonra biyolojik bağlarını bir kenara bırakıp kendi yolunu çizmesi gerektiğini vurgulayan bir film. Bazı insanlar değişmez, değişemez. Onların değişmesini beklemek yerine, yolları değiştirmek gerekir.

Palm Springs
Palm Springs (2020)

Bill Murray’ın pek sevdiğimiz filmlerinden biri olan Groundhog Day’in ‘bugün aslında dündü, yarın ise bugün’ fikrinin sinemada artık bir alttür olması gerekiyor çünkü neredeyse her yıl bu konsept ile karşımıza çıkan, bu fikri farklı janrlarla birleştirip seyir zevkini güçlendiren filmler üretiliyor. Palm Springs de bunlardan biri. Aslına bakılırsa bu durumdan hiç de şikayetçi değilim, çünkü yaratıcı bir sinema fikrini gene aynı yaratıcılıkla farklı hikayelere uyarlamak bence eğlenceye davetiye çıkarıyor. Bu nedenle Palm Spring, bu yıl izlerken beni epey eğlendiren, mizahına hayran kaldığım tatlı bir seyirlik. En az Palm Springs kadar Andy Samberg de değeri tam olarak bilinmeyen bir komedyen. Bundan böyle projelerine önyargılı yaklaşmayacağım.

Black Bear
Black Bear (2020)

Birbirinden bağımsız gibi görünen iki farklı bölümden oluşan Black Bear, bir dağ evinde yaşayan bir çiftin, zihnini toplayıp, yeni filmini yazmak için inzivaya çekilmek isteyen Allison adındaki genç sinemacıyı evlerinde ağırlamasıyla başlar. Fakat manipülatif davranışlar sergileyen çiftin, ilişkisindeki çatlaklıklar, Allison’ın gelişiyle daha da belirginleşir ve sorunlar beraberinde yıkımı getirir. Esasında Black Bear indie tarzına rağmen incelikli bir senaryoya sahip. İlk bölümde barındırdığı entelektüel sohbetlerin tatmin ediciliğinden tutun temponun bir an olsun düşmemesine kadar her şey derinlemesine düşünülmüş. İkinci bölümde film setlerinin Amerika’daki yansımalarına da selam çakan Black Bear, film bittiğinde hangisi gerçekti, hangisi kurgu dedirtmeyi başarıyor. Yılın en kıyıda köşede kalanlarından biri.

A Sun
A Sun (2019)

“Dünyadaki en güzel şey güneş bence. Hangi enlem olursa olsun, dünyada her yer, yıl boyunca eşit sayıda gece ve gündüz yaşıyor. Birkaç gün önce hayvanat bahçesine gittik. Güneş parlıyordu. Öyle ki hayvanlar bile dayanamıyordu. Hepsi gölgede saklanmaya çalışıyordu. Anlatamadığım, değişik bir his vardı içimde. Ben de o hayvanlar gibi gölgede saklanmak istedim. Ama etrafıma baktığımda, gördüm ki gölgede duranlar sadece hayvanlar değillerdi. Sen, kardeşim ve hatta Sime Guang. Hepiniz gölgede karanlık köşeler bulabildiniz. Ama ben bulamadım. Ne su küpüm vardı ne de saklanacak bir yerim. Sadece güneş ışığı.”

Güneş ne kadar güzel ve ışıltılı olursa olsun, bazen ondan kaçmak, uzaklaşmak gerekir. Tayvan yapımı A Sun, bir türlü sığınacak bir gölge bulamayan bir ailenin hikayesini anlatıyor: yitip gidenleri geriye döndürememenin verdiği ızdırabın ve pişmanlıkların hikayesi. Yüreğim parçalandı izlerken. Drama seven bünyelere ilaç gibi gelecektir.

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Jackıe
Böyle bir acı yok. Gücü, başarıyı ve sevgiyi bulduğun insanı kaybetmenin verdiği...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir