MURAT ŞENÖY RÖPORTAJI BÖLÜM 1

Bakmayın röportaj dediğimize, Murat Şenöy’le bir akşam oturduk sohbet ettik. Sinemaya dair, hayata dair birçok şey konuştuk. Sohbetimiz o kadar keyifliydi ki her anını size de aktarmaya çalıştık. Murat Şenöy’ün mesleğine saygısı hayatına da yansıyor. İş arkadaşlarıyla, çocuklarıyla kısacası iletişime geçtiği tüm insanlarla sıcak bir bağ kuruyor. Biz sohbeti kahkahalar eşliğinde gerçekleştirdik, umarız okurken siz de en az bizim kadar keyif alırsınız.

IMG_8203

FS: Tehlikeyle Flört filminde Flört grubuyla çalıştınız. Flört grubundan ve filmden bahsedebilir misiniz?

MŞ: Bu arkadaşlarımız Flört isimli bir müzik grubu. Sinemayla alakaları yoktu aslında. Bu filmin senaryosunu onlar yazdılar. Hep deriz ya şunun senaryosunu yazsaydık ne bomba film olurdu diye. Bir kaç sene önce Tuna Kiremitçi ile Soykut Turan ki Soykut çok iyi bir görüntü yönetmenidir, yönetmenlik de yapmaya başlıyor, hikayeleri yazsak çok iyi film olur diye konuşup girişiyorlar işe. O zaman Tuna bir tane senaryo yazıyor. Limon film Hayri’nin burnu koku alır, enteresan işleri kabul eder bazen. Bunu da beğenmiş, “tamam ben bunu yaparım” demiş, siz bunu yazın. Fakat bir türlü tam istediği gibi olmamış. Bu işe para yatırayım diye ikna olmamış ama haklarını da birkaç seneliğine aldığı için üzerinde kalmış. Haklarının bitmesine, ondan alınmasına yakın Flört demiş ki, “Tuna’nın yazdığı bizim de içimize sinmemişti, biz oturduk yeni bir senaryo yazdık.” Ona benzer, o hikayelerden yola çıkarak kendileri bir şeyler yazmışlar. Elif Turhan var benim çok yakın arkadaşım, benim de yapımcım şimdi, birkaç tane projemizi takip ediyor.. O sıralar “Atari Kids” diye İnan Temelkuran’ın yazdığı bir senaryo var, onun yapımcılığına soyunmuştum. İnan’la birlikte yapalım istiyorduk. Atari Kids’de de yine bir rock grubu, benzer bir hikaye vardı. Elif telefonda hikayeden bahsedip bize yönetmen önersene kim çeker dediğinde, benim aklıma İnan geldi. Rock grubu olduğu için onun da hoşuna gideceğini düşünerek İnan’ı önerdim aslında. Onları bir şekilde bir araya getirdik fakat bir türlü olmadı. İnan bir sinopsis yazdı, onların yazdığı senaryoyla örtüşmedi, anlaşamadılar yani. İki taraf da bu işi yapamayacaklarını söyledi. İnan oturup kendi senaryolarımı yazayım dedi. Flört de Elif’e “biz başka bir yönetmen bulalım” demiş. Elif yine beni aradı, “ya bu filmi sen çeksene” dedi. “Gönder” dedim “o zaman bir okuyayım.” Bir grup var, bakıyorsun looser bunlar. Fakat adamlar yapmak istedikleri şeye o kadar bağlı kalıyorlar ki onun için bir sürü şey feda edip, o amaçta koşuyorlar ve amaçlarına da bir şekilde ulaşıyorlar. Fakat o kadar sakarlar ki başlarına bir sürü badireler geliyor, bir şekilde onları atlatıyorlar, atlatamıyorlar. Okudum hoşuma gitti. Hoşuma gitmesinin sebebi şuydu. Amaç edindikleri şey uğruna savaşıyor olmaları önemliydi. Baktığında bunlar hiçbir şey yapamaz dediğin tipler. Senin potansiyelin ne olursa olsun kendinde gördüğün potansiyel önemli ve o potansiyelle aslında sen her şeyi yapabilirsin fikri benim zaten hep hoşuma gidiyor. Benim iki tane oğlum var, onlara da bunu aşılamak istiyorum. Böyle şeyleri görsünler bilsinler istiyorum, umutsuzca kısılıp kalmasınlar hayatta. O yüzden de, ben Flört’le tanışmak istedim. “Bu filmi çekmek isterim” dedim. Flört, de onların hikayesini sevdiğimi ve onlarla benzer düşündüğümü görünce beni kabul etti. Hatta yapımcıyla Flört arasında köprü oldum diyebilirim. İki tarafı da bir şeylere ikna edip orta noktada bir metin üzerinde hemfikir olmalarını sağladık. İşim zor oldu tabi. Çünkü yapımcı parasını verir senaryoyu alır istediğini yapar ama bu öyle bir iş değil. Başrolde oynuyorlar, müziklerini yapıyorlar, onları kopartamazsın senaryodan. Onların da yapımcıyı göz ardı etme lüksü yok. Senaryoyu götürüp başka yapımcı aramak zorunda kalacaklar. O da tartışıldı gerçi. Bakın dedim ben bu filmi yönetirim ama başka bir yapımcıya da götürebilirsiniz, tabi bu sene çekemezsiniz o zaman. Bakacak, hoşuna gidecek gitmeyecek, belki bu yönetmen çeksin belki çekmesin diyecek, parasını verip alacak sonuçta. Doğru söylüyorsun dediler, hatta bir grup kararı aldık filmde olduğu gibi ve Hayri’yle devam etmeye karar verdik. Her iki tarafı da bir yerde bu filmi yapmaya ikna ettim diyebilirim. Hatta bir senaristi daha işin içine soktuk Murat Özsoy diye. Çok değerli bir arkadaşımızdır hem oyuncu hem yazar olarak. Yapımcı daha önce, benden de önce bu senaryo üzerinde oynamasını istemiş zaten. Onun bir takım fikirleri benim de hoşuma gitti, onları da dahil ettik. Film bence ilk Flört’ün yazdığı halinden çok daha eğlenceli ve çok daha tutarlı hale geldi. İlk halinde bir sürü hayaller vardı, ayağı yere basmayan. Murat’ın eklemeleri ve çıkarmalarıyla bayağı ayağı yere basan, benim ikna olduğum bir senaryoya dönüştü ve ben de onu satmaya çalıştım iki tarafa da. O yüzden de senaryoyu yazmış gibi oldum, her şeyine hakim oldum ister istemez. Bu çekim esnasında benim çok işime yaradı. Herkesin memnun olmadığı taraflar da oldu elbette ama Flört iyi ki böyle yapmışız dedi mesela. Hayri de aynı şekilde. Hala onun şurasını şöyle mi yapsaydık dediği yerler var ama yaparsan film olacak 115 dakika. Böyle handikapları da var, yapımcının da eli kolu serbest değil. 120 dakika film yapmak var, 100 dakika film yapmak var. Bir seans kaybediyorsun. Seyirci kaybediyorsun resmen matematiksel olarak, güzeli kötüyü bir yana bıraktığında. Keza benim de o sahneyi biraz daha uzatsak, müziği burada biraz daha duysak dediğim sahneler var ama yapamıyorum. Neticede orta noktada buluşuldu ve senaryo çıktı. Çekimler 18 günde bitti ama post prodüksiyon sürecinde bayağı zorlandık. Dizi refleksi orada çok zorladı beni. Çünkü dizi post şirketleri birer fabrika. Neredeyse tüm dizi sektörünün çalıştığı bir firma ile çalıştık. Kurgucu arkadaşımız iki hafta üç hafta uğraştı. Ben gittim geldim ama bir türlü istediğim şey olmuyor. Flört grubunun gitaristi Çağatay da kendi kliplerinin montajını yaparmış. Filmi yapmayı da istiyordu ama bu klibe benzemez diye karşı çıkıyordum. Fakat bir türlü istediğim kurgu çıkmıyor. Sadece kurgucunun suçu değil, firmanın altyapısı da müsait değil. Biz 4k ile çekmişiz adamların 2k işleyebilecek cihazları var mesela. Firmanın hatası bunu itiraf etmemesi. Bu bize bir ay kaybettirdi. Ben de önce Çağatay’la konuştum “sen bunu hala yapmak istiyor musun” dedim. “Seninle yapalım bunu, ben Hayri’yi ikna edeceğim. Sen bana materyali ver diyeceğim, ben de gidip Çağatay’la oturup laptopta yapacağım.” Yapımcıya “bu filmin tüm hakları sende, istediğini yaparsın ama bana 15 dakikalık ya da 30 dakikalık görüntü ver bir deneyelim. Sonra sen seyret, sonra da istediğini yap, ister çöpe at, ister yayınla.” O da ikna oldu, “tamam” dedi “sana 30 dakikalık görüntü gönderiyorum, yapın seyredelim.” Görüntünün bize gelmesi bile bir hafta 10 gün sürdü. Sonunda geldi, oturduk biz, ön jenerik dahil 18 dakikalık bir montaj yaptık. İyi de oldu. Bütün Flört işin içinde oldu. Fuat abi de geldi hatta.. Geceleri bize yemekler getirdi. O da seyretti, bazı yerlere bu böyle olmaz dedi, beni niye böyle gösteriyorsunuz dedi. Çok tatlı birisidir Fuat abi. Neyse bitti, yapımcılar geldiler. Flört stüdyosunda gösterdik, Hayri “bir daha mı çektiniz ya siz bunu” dedi. “Çok güzel olmuş bu” dedi, hoşuna gitti. Hatta kurgunun son bir haftası bize bir bilgisayar ayarladılar ama biz laptopla yaptık bayağı. Son jenerik dahil 107 dakika oldu. Seyrettiler, beğendiler, geldik şimdi online meselesine. Bu önemlidir bizim işte. Çünkü sen sonradan görürsün bazı hataları perdede. Küçük monitörde anlayamazsın. Hayri bu sefer de online’ı aynı dizici şirkette yapmayı istedi. Onlar da yine hallederiz dediler. Aslında yapmak istemeyecekleri bir şey, onlara para da kaybettirir, işleyişlerini de bozar ama istediler. Bir iki hafta geçti başlayamadılar bile. Sonra önce teaser’ı ve klibi hazırlayalım dediler. Ben de gittim yine küçük monitör. Büyükte görmeden anlayamayız diyorum. Sinemalar artık 1:2,35’tir kadrajın oranı. 1:2,35 yapalım diyorum, 16:9 yapalım diyorlar. 16:9 televizyonun oranı. 16:9 yaparsan, mikrofonlar bile görünür, her şey görünür. Biz full frame çektik, her şey görünüyor ama onu ekrana yansıtınca hiçbir şey çıkmıyor. Bunu anlatmam bile 10 gün sürdü. En son bir gece “yok, olmuyor” dedim. Size yardımcı olmaya çalışıyorum ama ben bunu 4k görmüyorum. Az ışık kullandık falan, 2k olursa olmaz. Ben bu bağrış çağrışı yaparken Hayri’de oradaymış, bilmiyordum. Başka bir diziye bakıyormuş, benim sesimi duydu heralde. İçeri girdi, yine bu adamın dediği çıktı. Ben o kadar para yatırıyorum yine bu adamın dediği oluyor dedi. Beni niye bu adama karşı mahcup ediyorsunuz dedi. Sinirlenmiş belli, yapabiliyorsanız yapın yapamıyorsanız verin nerede yapıyorlarsa yapsınlar dedi. O akşam o şirketle ilişkimiz bitti. Başka bir yere verdik ama bu bize zaman kaybettirdi tabi. Şimdi iyi, renk düzenlemesi istediğim gibi oldu. Ben derinlik olsun istiyordum. İstediğim gibi oldu.

FS: Çalışma arkadaşlarınızla aranız nasıldır?

MŞ: İşin içinde Şenöy ismi geçtiğinde biz bir çete oluyoruz. Bütün filmlerde böyle oluyor, yapımcısı da olsam yönetmeni de olsam. O çete hissi, Şellale’den gelen ya da Tabutta Rövaşata’dan gelen zor durumda birlikte olma hissi bizim için önemli. Başka türlü beceremiyorsun. Biz her filmde böyle çalıştık, para pul gözetmeden. Ben 12 saati geçirmemeyi de gözetirim ama öyle bir şey olduğunda da baştan söylerim. Buna varsanız gelin, yoksanız gelmeyin. Ben kırılmam, alınmam. Herkes de geldi gelmem diyen olmadı. Zaten insanlara dürüst yaklaşırsan, içinde kötü niyet olmadığını anlarlarsa sorun kalmıyor. Onları sömürmek için yapmadığımı biliyorlar. Dolayısıyla hepimizin işi çıkıyor ortaya. Ben hiçbir zaman yapımcıyken de yönetmenken de benim işim benim filmim demem. O yüzden çete işi diyorum. Lale Mansur bir basın toplantısında, “beni hep çete üyesi diye suçladılar ama hiçbir zaman bir çeteye üye olmadım, ilk defa bir çeteye üye oldum, o da bu filmde” demişti. Çok hoşuma gitmişti. Ben öyle bakıyorum bu işlere. Bir de eğri oturup doğru konuşalım. Bizim hayatımız sette geçiyor. Işıklar, koşturmaca derken ben kendimi orada rahat hissediyorum. Her şeyini biliyorum çünkü. Oradan birisi koşarken ne düşündüğünü anlıyorum. Çocuklar daha önce izledikleri filmleri izlemek isterler, çünkü kendilerini güvende hissederler. Sonunda ne olacağını bilirler. Benim iki tane oğlum var, oradan biliyorum. 100 kere aynı çizgi filmi izliyoruz. Ezbere biliyor artık her şeyi ama onu seyretmek istiyor çünkü biliyor, güvende hissediyor kendini. Ben de sette öyle hissediyorum, dolayısıyla ekip arkadaşlarımla iletişimimi hiç bozmam. Sarılırım onlara. Sette ses yükseltmeyi zayıflık olarak görürüm. Eğer ben bağırıyorsam birisine ya da bir duruma kontrolüm dışına çıktığı, kafam karıştığı veya beceremediğim için bağırıyorumdur. Benim hatam aslında o. Kontrol edemiyorum, sesimi duysunlar diye bağırıyorum. Böyle bir doğu felsefesi vardır, “insanların kalpleri birbirine ne kadar uzaksa o kadar bağırmak zorunda kalırlar. Eğer birine fısıldıyorsan kalpleriniz yakın demektir.” Beni dinlesinler diye bağırmak yerine fısıldayarak dinletebiliyorsan kendini, sen işini doğru yapıyorsun demektir. Bu sette iki kere falan bağırmışımdır ama sonra herkesten özür diledim, hiç de gocunmam özür dilemekten. Söylerim de, “arkadaşlar bu benimle ilgili, demek ki beceremediğim bir şey var” diye.. Kime sesimi yükselttiysem gider sarılırım. Ama bana dürüst davranılmadığında çok kızarım. Her şey yolundaymış gibi davranılmasından nefret ederim. Bütün işi en çok baltalayan şey budur. İşimi çok ciddiye alırım, başka bir şey düşünmem. Bir şey kötüyse, yanlışsa, benim istemediğim gibiyse bilmek isterim ki sorun varsa çözebileyim. Belki kafasında dert ettiği şey benim için önemli olmayan bir şey. İlerde illa bir yerden çıkacak zaten o. Çünkü tekrar tekrar soracağım ve onu öğreneceğim an gelecek. Bu piyasada çalışmaya çok alışık olduğum için neyin ters gittiğini de hissedebiliyorum. Ne kadar erken hissedersem o kadar erken çözebilirim ama sona kalırsa yapacak bir şey kalmaz.

FS: Güvenli limanda kalmaktan bahsettiniz ama oyunculuktan yönetmenliğe, prodüksiyondan yapımcılığa bu sektörün her aşamasında çalışmışsınız. Setin tüm işleyişini bilerek mi oluşturuyorsunuz bunu?

Yapmaya çalıştığım şey şu aslında. Sadece hayatta kalmak değil yaşamak istiyorum. O yüzden her şeyi yapmaya çalışıyorum. Merak ediyorum o ne, bu ne diye. Bu biraz benim karakterimle ilgili. Biraz maymun iştahlıyım. Gitar da çalmayı biliyorum, mızıkaya da kafayı takabiliyorum. Bir sürü asistanım var şimdi yönetmenlik yapan. Hala onlara da söylüyorum, gelir asistanlığınızı yaparım diye. Onların ihtiyacı olduğu zaman yapımcılık da yaparım. Şimdiki asistanlarıma da söylüyorum, “çekin filminizi birinci asistanınız ben olacağım. Para pul önemli değil, önemli olan sizin yapmak istediğiniz şeyi gerçekleştirmeniz, yaşadığınızı hissetmeniz” Çocuklarım olduktan sonra bazı şeyleri daha iyi fark ettim aslında. Birisi 8 yaşında birisi 4 yaşında. Çocuklarla muhatap olunca kendini daha iyi analiz edebiliyorsun. Şunu fark ediyorum ki, bir takım dünyalar kurmak hoşuma gidiyor benim. Oğlanlar hala Noel Baba var zannediyor mesela. İddia eder büyük olan hatta. Kendinden büyük çocuklar “ne Noel Babası” dediğinde “hediye getirdi, evde kimse yoktu, olmaması mümkün değil” diye iddia eder. Karşısındakini de şüpheye düşürür. İnsanların kafasında farklı Dünyalar yaratmak benim hoşuma gidiyor. İnsanları şaşırtmak, varlıkları şaşırtmak hoşuma gidiyor. Motosikletin o gün çalışması beni şaşırtıyor mesela, ben de onu şaşırtıp o gün onu kullanmıyorum örneğin. Hepimiz astronot olmak için büyüdük mesela, o yüzden elektronik mühendisi oldum ama ona takılıp kalmıyorum. Neyi merak ediyorsam peşinden gidiyorum.

FS: Filmci Sekizler diye bir projeniz var çocuklar üzerine kurulu. Tam olarak nedir Filmci Sekizler?

Oğlanlar olduktan sonra çocuklar özellikle ilgimi çekiyor. Çocuklarla ilgili projeler yapmak istiyorum. Filmci Sekizler de, sekizinci sınıflara film çektirdiğimiz bir proje. İstanbul 2010 reklam filmlerini ben çekmiştim. O zaman 2010 ajansı benden bir proje istemişti. Ben de onlara, çocuklar daha kirlenmeden, kafalarına başka şeyler girmeden dünyayı nasıl gördüklerini anlatabilecekleri bu projeyi sundum Kaldı ama hala aklımda o. Hatta benim oğlanla ona benzer bir şey çektik. Sevmek nedir diye ona sordum bir gün, “ne diyorsun bu sevgi, duygu işlerine” dedim. O da gitti mikrofon uzattı herkese. O zaman 6 yaşında daha. Onlarca kişiye sordu. Avusturalya’ya gittik o sene, İngilizce bilmiyor ama yine de soruyor, ben tercüme ediyorum. Bir sürü insana sorduk. Sonunda 20 dakikalık bir video oldu o. Herkes de sevmek nedir diye anlatıyor kendine göre. Farketti ki bir tanımı yok, herkes için farklı bir tanımı var. Bunu fark etmek 8 yaşındaki bir çocuk için çok değerli, ya da bunu deneyimlemek. Ben daha kendim bilmiyorum ki sevmek ne demek. Bu mesela bir projeydi. Ben Filmci Sekizler’e de böyle şeyler yapmak istiyordum. Sorgulasınlar, ben onlara sorayım, mesela zengin insan nedir diye sorayım, anlatsınlar. Oradaki amaç oydu. Sadece bir ilkokul değil, değişik semtlerden okullar seçip, değişik kültürlerden birkaç çocuk alacaktık. Onlar ne düşünüyorlar diğerleriyle ilgili. Hala da aklımda bu proje. Benim mesela en büyük korkumun ne olduğunu bir yönetmen olarak söylemek istiyorum insanlara. Çocuklarımı kaybetmek, onların başına bir şey gelmesi. En büyük korkum bu hayatta. 7-8 sene önce sorsan hiç aklıma gelmeyecek bir şey ama şimdi sorunca ne olabilir en kötü diye, çocuklarımı kaybetmek geliyor aklıma. Bununla ilgili bir şeyler yapmak, bunları etüt etmek istiyorum. Ortağı olduğum bir şirkette internet üzerinden çocuklara bazı contentler üretiyoruz. Adisebaba diye bir youtube kanalımız var. Mesela “Kids React to” diye bir youtube kanalı var. Çocuklara bir tane video seyrettiriyorsun, çocuk seyrederken tepkiler veriyor, o tepkileri çekiyorsun bir video oluyor, bu kadar basit bir şey. Geçen gün seyrettiğim bir tanesinde 7-8 yaşındaki çocuklara eski çevirmeli ev telefonundan vermişler. Bu ne diye sormuşlar, hesap makinesi diyen var, alıp ahizeyi vuran var. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, üzerinde sayılar olan bir şey. Telefon diyorlar, çocuklar şaşırıyor. Ses nereden gelir, geliyor mu diye bakıyorlar. Bu çocukların bakış açısını, bizim nereden nereye geldiğimizi görmek için önemli bir şey. Eğitim sistemini sorgulayan bir profesöre çocuğu neden saat taktığını soruyor. Adam şaşırıyor, niye takmayayım, zamanı anlıyorum diyor. Sadece zamanı göstermek için bir alet kullanılmasını çocuğu anlayamıyor. Teknolojinin hızlanmasıyla bakış açısı da o kadar hızlı değişiyor ki biz bunu fark edemiyoruz. Çocuk meselesi kendini keşfetmek için enteresan geliyor. O yüzden seviyorum aslında. Çocuklar bana kirlenmemiş temiz geliyorlar. O halimizi merak ediyorum. O halimiz nasıl? Biz hepimiz öyleydik. İyi insan, kötü insan yargılayabilmemiz için ya da böyle bir yargının olmadığını anlayabilmemiz için bence görmemiz lazım. Sadece 20 yaşına kadar yaşanan bir dünya olsa nasıl olurdu? Neleri unuttuk merak ediyorum. Bu yüzden bu aralar çocuklarla ilgili şeyler yapmak istiyorum. Kafamda bir hikaye daha var takım olmakla ilgili. Hani Amerikan filmleri vardır, işte basketbol takımıdır da çok başarısızdırlar, bir koç gelir onları birey olmaktan takım olmaya çevirir. O takım da hep birbirine destek olur, düşeni kaldırır, birisi birisine omuz verir. İster istemez biraz daha sosyalist bir görüş aslında. Bunları insanlara yaymak istiyorum, insanlar farkına varsın istiyorum. Biz bunların farkına varmadan yaşıyoruz. Az önce de söylediğim gibi hayatta kalmaya o kadar odaklıyız ki yaşamayı unutuyoruz. Nefes aldığımızı dahi unutuyoruz, annemize babamıza seni seviyorum demiyoruz. Bunun ne işe yaradığını bilmiyoruz, öyle bir dünya kurmuşuz kendimize. Anne tarafından akrabalarım Avusturalya’da yaşıyor. Kuzenlerim öğretti bana sarılmanın ne demek olduğunu. Seni çok seviyorum kuzen der sık sık. Yolda yürürsün sabahsa herkes günaydın der, akşamsa iyi akşamlar der tanımadığına da. Hesapta biz sıcak kanlıyız, burada olsa kavga çıkar. Bu benden ne istiyor, para mı istiyor ne oluyor diye kavga edersin. O yüzden ben bir şeyleri kurgulamayan, manipüle etmeyen zekaların ne düşündüğünü, bir konuda fikri değil de merakı olan kafaları önemsiyorum. Tecrübesi olmayan, meraklı zekalar ki onlar da çocuklar.

FS: Sektöre nasıl bakıyorsunuz? İdealist olarak hiçbir zaman çekmeyeceğim filmler var mı diyorsunuz yoksa, hayatımızı kazanıyoruz, bu işi para için yapıyoruz, her filmi çekmeye açığım mı diyorsunuz?

MŞ: Mesele neyi ne kadar yapmak istediğinle ilgili. Sinema için de öyle, dizi için de reklam için de. Geçen bir çamaşır deterjanı reklamı çektik, ne kadar isteyebilirsin ki çamaşır deterjanı reklamı çekmeyi. Bir tane deterjan var, bir kadın diyor ki ben bu deterjanı kullanıyorum. Ne olabilir ki başka. Ama o reklamı çekerken o kadınlarla sohbet etmekten zevk aldım. Ciddi ciddi kadına soruyordum “benim gömleklerin kollarındaki lekeler vallahi çıkmıyor ne yapacağız” diye. Moderatör olarak başka birisi var ama ben de dayanamayıp kadınlarla sohbet ettim. Bu bile benim hoşuma gidiyor. Bu benim hoşuma gidiyorsa ben bunu yaparım, ne olduğunun önemi yok. O yüzden önce projeyi görüp, okuyup ben buna nasıl katkı sağlarım diye düşünürüm. Sonra ben bunu bana verene nasıl iyi sunarım. “Tehlikeyle Flört” setinde çok eğlendim ben mesela. Bir sürü aksilikler oldu, bazı şeyler hiç benim istediğim gibi olmadı ama çok eğlendim. Dolayısıyla sırf onun için bile yapardım. Ama sadece para için bir şeyi yapamam sanırım. İlla ki bir şeyinin beni çekiyor olması lazım. Bir şeyinin beni eğlendiriyor, bir şeyinin duygulandırıyor olması lazım. Bir şey olması lazım yani. Bu projenin içinde Murat Şenöy olsun o da bu sebepten diyecek bir şey yoksa yapamam. Yazamam ki zaten yarım sayfa bile, kimseye de bunu böyle çekelim diyemem. Yapımcı, yönetmen bunlar hayal eden insanlar. Hayal ettiği bir şey olursa zaten yapabilir. Sonunda çıkan şey senin hayalinle uymuyor olabilir. Bazen de hayal ettiğin gibi olmamasına rağmen düşündüğünden daha çok sevilir. İşin sonunda bir eser üretiliyorsa kimse bu kötü olacak diye yola çıkmaz zaten. Herkes, ya ne satacak, ya ne güleceğiz, ya ne ağlayacağız, ne güzel bir film olacak, ne acayip bir konuya parmak basacak diye yola çıkıyor.

FS: Sektörle ilgili insanların derdi var aslında. Film çekiyoruz, destek alamıyoruz diyen var, kalifiye eleman yetişmiyor diyen var. Siz ne düşünüyorsunuz, sektör kurtarılmalı mı?

MŞ: Ben pek öyle kurtarılmalı diye düşünmüyorum. Bizim insanımız nasıl bir sektör yaratıyorsa sektör odur. Sen ne hak ediyorsan, senin insanın ne istiyorsa o sektör de odur. Biz bütün yapımcılar bu işi böyle yapmaya devam ediyorsak sektör budur. Kurtarılacak bir durum yok, kurtarmak isteyen kimse de olduğunu düşünmüyorum. Canı acıyan, bir takım şeyleri becermekte zorlanan insanlar şikayet ediyor olabilir ama bu her zaman böyle. Hollywood’da şikayet edilmiyor mu? Yazarlar işi bir bıraktı bir sezon dizi çekilemedi. Burada da sen birlik olabilsen ama olamıyorsun ki, çünkü kimse istemiyor böyle bir şeyi. Kurtarılmak isteyen kimse yok. Canı yananlar var ama bir araya gelemiyoruz. Yanlış bir şey varsa bunu görüp düzeltmek ancak bir araya gelerek olabilir. Sadece birinin söylemesiyle olmuyor. Çünkü o yanlışın yanlış olması diğerlerinin o yanlışı işin doğrusu diye yapmasından kaynaklanıyor. Ancak hepimiz hatayı fark edip, doğrusunu öğrendikten sonras aynı yönde düşünüp hareket edersek değiştirebiliriz. O zaman onun ismi kurtarmak değil, düzeltmek olur zaten.

FS: Yapımcı ve yönetmen kimliğiniz ön planda ancak bir dönem Akademi İstanbul’da workshoplarınız olduğunu biliyoruz. Film yapım aşamaları konusunda dil dökmüş birisi olarak bu workshoplardan bahsedebilir misiniz?

MŞ: Doğrudur. Ben şimdi aslında reklam filmi yönetmeniyim. Asıl para kazandığım, yıllardır yaptığım iş o. Dolayısıyla sektöre biraz burnu havada giriş yaptık. Yani Yeşilçam’daki gibi veya kendi senaryosunu yazan, cefakar bir şekilde arabasını evini satıp da bu işe giren tayfa gibi değiliz. Bu yüzden de sektörün bazı alışkanlıkları bana ters geldi. Yardımcı yönetmenlik zamanımda yurtdışından çok yönetmenle çalıştım. O dönemlerde yapım nasıl olur, organizasyon, koordinasyon nasıl yapılır, kimin ne görevi var, hepsini öğrendim. Herkesin bir işi var neticede. Sen de yönetmen ne iş yapar, yapımcı ne iş yapar gibi şeyleri öğrenmek zorunda kalıyorsun. Çünkü yabancılarla çalışırken adamlar senden bunları bilmeni bekliyorlar. Görevin haricinde başka bir görev istemiyor senden. O zaman da sen ister istemez o durumu öğreniyorsun.

Sonra sinema meselesine dalınca, IFR yapımla Tabutta Rövaşata’yla başladık. Farklı bir sistem gördük. Bir tane yönetmen var her şeyi o biliyor o söylüyor. Ona gel diyor, buna git diyor. Böyle film çekiyor insanlar. Sonra biz böyle iki arada bir derede kaldık tabi ister istemez. Hem bir şey üretelim, hem de bildiğimiz gibi üretelim istedik. Dolayısıyla o workshoplar hep benim bu etüd konularımdan çıktı. Bunu nasıl düzeltirim diye kafayı takıyorsun çünkü. Daha çok şey nasıl yapıp, nasıl üretiriz. İnsanların daha çok ve daha kaliteli üretmesi için nasıl bir sisteme sahip olmalıyız gibi şeyler benim çok kafama takılan şeyler oldu. Zaten yardımcı yönetmen bence yapımcı yarısıdır. Oradan sonra yönetmen değil yapımcı olursun aslında. Çünkü organizasyonu biliyorsun. Kim ne iş yapar gibi dertler çok takıntılı olduğum konulardı. O yüzden de yapımcılık tarafım devam etti, hala da devam ediyorum bazı projeleri desteklemek adına. Bir tane hatta şimdi öğretmen hikayesi var, nasıl yapsak da yayınlasak diye uğraşıyoruz.

Devamı için tıklayın.

Diğer Yazılar: FikriSinema
ANKARA FİLM FESTİVALİ’NİN KISA FİLMLERİ BELLİ OLDU
7-15 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek 35. Ankara Film Festivali’nin Ulusal Kısa Film Yarışması’nın...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir