Refah Toplumunun Yenik Direnişi
Der siebente Kontinent, Michael Haneke’nin 1989’da çektiği ilk uzun metrajı, hiper-realistik sahnelemelerle, deneysel kurguyu aynı anda içinde barındırarak, Funny Games ile birlikte yönetmenin filmografisinde sivrilen örneklerdendir. Bunun yanı sıra, bir refah toplumu örneği olarak, ana işi refah toplumu eleştirmek olan başarılı bir taşlamadır.
Filmi üç bölüm halinde anlatmayı tercih eden Haneke, aslında izleyene sondan geriye doğru bir okuma yaptırır. Film bittiğinde, şok edici gerçekliği, geriye doğru tarayarak anlamlandırır izleyen. Bu nedenle ben de geriye doğru bir okuma yapmayı tercih ediyorum.
Film boyu izlediğimiz aile finalde intihar eder. Son sekansta ise, bizi çok hızlı bir kurgu karşılar. Bu aslında, Haneke’nin modern hayatı tasvir ettiği bir bölümdür. Hızla geçen olaylar, günler ve yıllardan sonra, insan, yine de ne olursa olsun ölecektir. Bunu, tanık oldukları trafik kazasıyla fark eden bu sözde sorunsuz görünen aile, sorununu bu şekilde hep birlikte intihar ederek çözmeyi seçecektir. İntihar ettikleri sırada, Georg’un aldığı ilaçları kusarak çıkarması, aslında sancılı bir fark ediş sürecinin yansımasıdır. Evet fark etmek, hattın dışında kalmaya çalışmak sancılıdır, acı verir. İntihardan önce, maddesel dünya ile kurdukları bütün ilişkileri koparmaya başlarlar. Araba satılır, işlerden çıkılır, bankalardan paralar çekilir. Sanki, geleceği reddetmenin yanı sıra, geçmişten ve şimdiki zamandan da kendilerini silmek istemektedirler.
Ailenin çocuklarını ve kendilerini öldürmeleri, parayı yok etmelerinden daha az rahatsız edicidir izleyen için, Haneke’nin dediği gibi. Bu aslında filmin çıkış noktasıdır. Maddeler evreni bizim çocuğumuz, üreme sebebimiz, varoluşumuz olmuş durumdadır. Gözlemlediğimiz aile, iki araba yıkama sekansı arası bir farkındalık yaşarlar filmde. Bu monoton sakinlik, histerik bir rutine götürür onları. Her gün yaşanılan rutin sonunda, ölüm gerçeği, içlerinde bir şeyleri bitirir. Onları, rutin bir yok etme işlemine iter. Sistematik şekilde her şeyi, kendilerini, varoluşlarını yok ederler.
Bu noktada yapılacak en önemli okuma; çiftin başarısız direnişi veya var olan düzene alternatif çıkış yol bulamamasıdır. Bu çift, tam bir orta sınıf gibi, ürettikleri ve artı değere dönüştürdükleri hiçbir metayı (hatta sonrasında kendilerini), kimseye yar etmeyeceklerdir. Parçalarlar veya klozete atarlar. Yani yeniden dönüştürülmeyecek şekilde ortadan kaldırırlar. Filmin salık verdiği, bu çift, ismi ile müsemma o yedinci kıtaya, hayal ettikleri, her gece uyurken gördükleri, o sahile asla ulaşamayacak kadar pasif bir şekilde yok olurlar. İçine düşülmemesi gereken en önemli hata, Haneke’nin bu aileyi desteklemesidir. Bunu hem akvaryumun kırılma sahnesinden, hem de çocuklarının ölümüne karar verdirtmesinden anlayabiliriz.
Refah toplumu, yine en büyük akıl tutulmasını yaşar ve herkes adına doğru kararı verdiğini iddia eder. Yine bir refah toplumu eleştirisi olan, T. Vinterberg’ün Jagten’indeki gibi, karşısına aldığı toplumu eleştirebileceğimiz, bize özdeşlik kurduran bir özne yoktur. Tıpkı, Y. Lanthimos’un Kynodontas’ındaki gibi, özdeşlik kurmamızdan bizi alıkoyan yönetmen sayesinde, varolan soğuk atmosferde, şok içinde olanlara tanık oluruz. Bu aslında klasik anlatıyı tersine kullanan, dahiyane bir yöntemdir. Her an yabancılaştığımız bu hikayede, karakterlerin amaçlarını sorgularız. Her yaptığımız neden-sonuç ilişkisi tespitinde biraz daha kendimize yakın şeyler buluruz ve kendimize de yabancılaşırız. Genel olarak film, son sekansındaki kurgu hızı gibi, refah toplumlarının geri dönülemeyecek bir yolda tam gaz ilerlediği tespitindedir. Tıpkı, Baudrillard’ın ‘toplu intihar’ önerisi gibi.