Avrupa’daki festivallerde yoğun beğeni kazanan filmleri ile ismini duyduğumuz Maren Ade, Ulrich Seidl ve Christian Petzold, kimi eleştirmenler tarafından Berlin Okulu (Berliner Schule) olarak adlandırılan grubun içerisine dahil edilir. Birbirleri ile tematik bağları olmasa da sinema sanatının son dönemdeki durağanlığını dağıtmak adına önemli işler ortaya koyan bu isimleri önümüzdeki yıllarda daha yakın takibe almak gerekiyor.
Barbara (2012), Phoenix (2014) filmlerinin ardından son filmi ile birlikte bir savaş üçlemesi oluşturmayı hedefleyen yönetmen Christian Petzold, ‘kimlik bunalımı’ olarak adlandırabileceğimiz bir temayı gittikçe ustalaştığı bir üslupla aktarıyor. Savaş esnasında veya sonrasında hayatta kalma savaşı veren, savaş öncesi kişiliklerini, kaybettikleri eşlerini arayan veya bir seçim yapmanın eşiğinde bulunan karakterleri sinemasının merkezine alan yönetmen, özellikle son üç filminde bir duygu bütünlüğü yakalamayı başarıyor. Kendisinin “Baskıcı Yönetimler Zamanında Aşk” olarak isimlendirdiği bu üçleme Avrupa’nın tarihsel hafızasından silmek istediği bir döneme odaklanıyor.
Alman yazar Anna Seghers’in kendi hayat hikâyesinden esintiler taşıyan Transit, 1940 yazında Marsilya’da geçen ve Nazi zulmünden kaçmaya çalışan insanların kısa süreli umutlarını, hayallerini anlatan bir romandır. Bu hikâyeyi günümüze taşıyan Petzold, mülteci krizi ile II. Dünya Savaşı’nın acıları arasında bir duygudaşlık kurma hedefiyle yola çıkıyor.
Almanya ordusu Fransa sınırına dayanmış, Fransa’nın en güneyindeki liman kentinde bile hayat normalden uzak, herkeste bir telaş. Paris’te bir otel odasında intihar etmiş bir yazarın kimliğini ve belgelerini alan ana karakterimiz Georg, kapağı Marsilya’ya atıyor. Deniz yoluyla Meksika’ya kaçmak için ABD konsolosluğundan transit vize alması gerekiyor. Vizenin çıkmasını beklerken, trende birlikte yolculuk ettiği ve bu sırada ölen bir adamın ailesini buluyor. Kocasının öldüğünden habersiz onu bekleyen, bir doktorla ilişkisi bulunan Marie ile sürekli karşılaşmaya başlıyor. Bu esrarengiz kadın bazen onu kocası sanıyor. Çünkü ölen kocası, Georg’un belgelerini kullandığı yazar ve Georg konsolosluğa bu belgelerle başvuruyor. Doğru düzgün iletişim kuramayan bu iki insan, gerçeğin ortaya çıkmasını geciktiriyor.
Bu keşmekeşin ortasında aşk söz konusu bile değil. Çünkü âşık olabilmek için önce karşımızdakine çıkarıp gösterebileceğimiz bir kimliğe ihtiyacımız vardır. Kendini bilmeyen bir insan, başkasını tanıma yoluna nasıl girebilir? Filmin yorumlarında bir eksiklik olarak bahsedilen veya zayıf bulunan Georg ile Marie arasındaki aşk, bilinçli olarak net sunulmamış olabilir. Gitmekle kalmak arasında bocalayan iki ana karakter arasında zaman zaman gözlenen duygusal ilişki hiçbir zaman tamamlanamıyor. Kendilerinden veya karşısındakinden emin olamıyorlar. Bulundukları mekân/zaman onlara bu imkânı vermiyor.
1940’dan kalma hayaletleri arındıran bu karakterler günümüzde yaşıyorlar ama mekân bağından kopuklar. Sanki bilinçleri geçmişte kalmış. Savaşlar oldukça insanlar, bir şeyleri geride bırakıp başka diyarlara gitmek zorundalar. Hikâyeden kolaylıkla çıkarılabilecek öz bunu söylüyor.
Yönetmen zamansal paralel kurmadaki becerisinde seyircisini olan bitenin nerede nasıl yaşandığına ikna etme çabasında değil ve gösterişli bir anlatım tercih etmiyor. Bütün bu olanlar yaşanmamış da olabilir, gerçek olup olmamasının filmin hissettirdiği hüzünde bir payı yok. “Bir zamanlar biz Avrupalılar da mülteciydik” gibi bir mesajı, sığ ve ucuz gösterecek hamleleri yapmaktan kaçınıyor.
Finalde Marie’nin öldüğünü öğreniyoruz ama Georg’un, sokakta Marie’nin hayaletine rastlaması Marie karakterinin kimliği ve gizemi üzerindeki soru işaretlerini artırıyor. Marie gerçek olması mümkün olmayan, şairlerin arayıp da bir türlü bulamadığı güzellik imgesi sadece belki de. Prologda filmin anlatıcı sesinin sürekli uğradıkları barın barmeninin olduğunun anlaşılması hikâyenin sisli, gizemli, şiirsel havasını bir miktar düşürüyor.
Savaş denen illeti tek bir silah göstermeden, tek bir bomba patlatmadan anlatabilen ve savaşı yakinen yaşayan insanları birer hayalet imgesine çeviren, daha önce akla gelmeyeni müthiş bir zekâ pırıltısı ile sunan Transit bu meziyetleri ile birlikte bir ‘auter’ün doğuşunu da müjdelemiş oluyor. İddialı bir şekilde bitirmek gerekirse; savaşın ürettiği kimliksiz, yersiz yurtsuz insanları ve onların kayıp bilinçlerini yetkin bir dille anlatan Petzold, Macar yönetmen László Nemes ile birlikte “Auscwitz’ten sonra şiir yazılamaz” kehanetini yıkmayı başaran nadir bir sanatçı.