İngiltere’nin yaşayan en önemli tiyatro yönetmeni olan Peter Brook, kariyerine, 1971 yapımı King Lear dahil birkaç film sıkıştırmayı başarmıştır. Bunlardan en önemlisi ve en çok bilineni, şüphesiz kendisi de bir Oxford mezunu olan William Golding’in Lord of the Flies isimli eserinin uyarlamasıdır.
Golding’in 2. Dünya Savaşı’na katıldıktan sonra yazdığı romanı, insanın içindeki kötücüllüğü araştıran bir alegoridir. Ada, medeniyetin, insanlık tarihinin bir temsilidir. 3. Dünya Savaşı’nı andıran atom savaşı sırasında yaşanan uçak kazası sonrası bir adaya düşen bir grup çocuğun düzen kurma ve hayatta kalma anlatısıdır. Bir distopyayı andırsa da Avrupa’nın 20. yüzyılın başlarındaki hâlini düşününce gerçekten pek de farksız değildir yaşananlar.
‘Büyükler’in olmadığı bir ada, çocuklar için eğlenceli görünmektedir başlarda; ta ki kitabın sonunda bu cennetvari mercan adası, cehenneme dönünceye dek. Doğuştan lider ve soğukkanlı Ralph ile aklın/bilimin temsilcisi Domuzcuk tanışırlar önce. Ralph’in deniz kabuğunu öttürmesiyle bütün çocuklar toplanır ve şef seçimi yaparlar. Siyah pelerinleri ve düzenleriyle askerleri anımsatan koronun lideri olan Jack ve Ralph arasındaki oylamayı Ralph kazanır. Çünkü güç (şeytanminaresi biçimli deniz kabuğu*) şimdilik Ralph’in elindedir. Toplantıda bazı kararlar alınır ve demokratik bir düzen oluşur. Yazar burada kendilerini üstün sanan ırklarla alay eder: Jack, “Ne de olsa vahşi değiliz biz. Biz İngiliziz ve İngilizler her şeyi en iyi biçimde yaparlar” diye övünür.
“Ama farkına varmadıkları hâlde, onu seçmek istemelerinin gerçek nedeni deniz kabuğuydu. Bu büyük şeytanminaresini seslendiren, çabucak kırılabilecek bu güzel şeyi kucağında tutup onları kayalıkta bekleyen çocuğun bir ayrıcalığı vardı.” 1
Ralph ve Domuzcuk’un aklında barınak kurmak ve birileri görür de kurtuluruz umuduyla adanın tepesinde yaktıkları ateşi canlı tutmak varken, Jack’in aklında avlanmaktan başka bir şey yoktur ve yolları ayrılır. Militarizm (Jack ve korosu), gerçek olmayan hikâyelerle halkı korkutur ve onları koruduğunu, onları beslediğini söyler. Bilim (Ralph, Domuzcuk, Simon) ise halkı ve hükümeti, gidişatın kötüye gittiği konusunda uyarmaya çalışır ama güçleri yetmez. Sürekli sara nöbeti geçiren, bayılan ve yaptığı iyiliklerle İsa’nın bir temsili gibi duran Simon’un söylediği gibi aslında kendilerinden başka canavar yoktur; insan, kendi kendisinin düşmanıdır. Canavar sandıklarının kayalıklarda paraşütüyle asılı kalmış ölü bir pilot olduğu gerçeğini gruba söylemek üzereyken Simon, sahilde ayin yapıp çıldıran grup tarafından canavar sanılıp infaz edilir.
“Kitaba adını veren Sineklerin Tanrısı, bu hastalığı, yani insanların içindeki kötülüğü simgeler. Sineklerin Tanrısı, üstüne sineklerin konduğu ölü bir domuz başıdır: Jack, ilkel bir insanın inancıyla karanlık güçleri yatıştırmak, kendini ve kabilesini canavardan koruyabilmek amacıyla, öldürdüğü bir domuzun başını kesip iki ucu sivriltilmiş bir kazığa geçirmiş, kazığı bir put dikercesine toprağa çakarak, bu kokuşmuş domuz başını canavara sunmuştur.” 2
Filme gelecek olursak siyah-beyaz yapısına rağmen kitabın hakkını veren bir yapım izleriz. Özellikle kilit sahnelere odaklanan yönetmen, seslerle ve görüntülerle gerilimli bir film oluşturur. Çocukların gittikçe yabanileşmesi, Jack’in zorba hâlleri, domuzu pişirip yedikleri sahne, Simon’un öldürüldüğü sahne seyirciye yeterince güçlü aktarılır. Brook’un karşılaştığı en büyük zorluk büyük ihtimalle oyunculuk tecrübesi olmayan çocuklardır. Fakat yönetmen bu zorluğun üstesinden gelmeyi çoğunlukla başarmıştır. Özellikle Ralph ve Domuzcuk karakterini oynayan oyuncular çok iyi iş çıkarırlar.
“Ve çocukların arasında Ralph, kirli bedeni, karmakarışık saçları, silinmemiş burnuyla, çocukluk döneminin bitmesine, insan yüreğinin karanlığına ve Domuzcuk denilen o gerçek, o akıllı arkadaşın havalarda uçup ölmesine ağladı.” 3
1 William Golding, Sineklerin Tanrısı, s.20 (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013)
2 s. 257, Mina Urgan, Sonsöz
3 s. 248