SHOTGUN STORIES

BANLİYÖ, SEVGİSİZLİK VE ERKEKLİK

Yönetmen Jeff Nichols günümüzde Bağımsız Amerikan Sinemasının altın gibi parıldayan bir ismi. Take Shelter, Mud, Midnight Spaciel, Love gibi filmlerle rüştünü çoktan ispatlamış bir isim. Bu yazımda günümüzde The Bikeriders ile görücüye çıkmaya hazırlanan yönetmenin 2007 yapımı ilk filmi Shotgun Stories’in analizini yapacağım. İyi okumalar.

KONUSU

Kendilerini terk ettikten sonra yeni bir aile kuran babalarının ölüm haberini alan üç erkek kardeş cenazeye katılır ve işler tahmin edilemeyecek noktalara ulaşır.

ANALİZ

Öncelikle Shotgun Stories çok güçlü bir ilk film. Efektler, teknikler, dev bütçe gibi öğeleri barındırmasıyla değil çok lirik, sade, sakin, içten bir hikaye oluşuyla öne çıkıyor. Filmi izlerken yönetmenin de sanki filmi oluruna bıraktığını düşünebiliriz. Herkes kendinden ne istendiyse onu yapmış, fazlasını yapan yok. Bu bakımdan Nichols’ün senaryoyu da kendisinin yazmış olmasının yanı sıra muazzam yönetmenliğinin çok büyük bir etkisi var. Daha ilk filminde bu kadar işine hakim oluşu da ayrı derecede takdire şayan bir konu. Üstelik kendisinin bu filmden önce çektiği herhangi bir kısa film de yok.

Oyunculuklara geldiğimizde ise başrol Michael Shannon dışındaki oyuncular günümüzde çok aktif veya tanınan isimler değiller ancak bu filmin kesinlikle en büyük artısı. Star bir oyuncunun olmayışı filmde kimsenin birbirinin önüne geçmeyişiyle veya daha çok parlamamasıyla film çok yükseliyor. Herkese eşit mesafede olan klas bir senaryo takır takır işliyor.

Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.

Bu filmin kesinlikle en büyük özelliği baş karakterler olan üç erkek kardeşin isimleri. Michael Shannon’ın canlandırdığı en büyük kardeşin adı Son, yani erkek evlat demek. Ortancanın adı Kid, yani çocuk, en küçük kardeşin ismi ise Boy, yani ERKEK.

Son, aynı adı gibi, ilk evlat olmasının da getirdikleriyle kardeşlerini toparlayan, yaşadıkları varoş banliyöde erkekliğiyle ayakta durmuş, kardeşlerine karşı ciddi anlamda otorite olan büyük kardeş. Kid de yine aynı ismi gibi çocuk gibi yaşayan, evlerinin bahçesindeki küçük bir çadırda uyuyan ve sevgilisi Cheryl ile de çocuksu bir ilişkileri olan bir karakter. Yani kardeşlerine de Cheryl ile planlarından bahsetmiyor, çekiniyor da. Ve son olarak da filmin en büyük ter köşesi olan Boy’a gelirsek, Boy isminin anlamı olan erkeklikle alakası olmayan, çok çekingen, içine kapanık, filmin başlarında da gördüğümüz üzere kardeşlerinin girdiği kavgada geriye çekilen, Kid’in de dediği gibi “erkek gibi davranamayan” bir karakter.

Burada çok önemli bir karaktere daha parmak basmamız gerekiyor. Kardeşlerin isimsiz anneleri. Anne sadece filmin başında babalarının ölüm haberini çocuklarına vermeye geldiğinde görülüyor bir de en önemli sahnelerden biri olan, Son’ın anne evine giderek “bizi öyle bir yetiştirdin ki o çocuklara düşman olduk, istediğin oldu” dediği sahne. Özellikle bu sahnede Son, annesinin yanından ayrılırken annenin değişmeyen, kalıcı gibi görünen, bıkkınlığın ve yaşamanın verdiği azabın yüzüne yansıyan hali gözümüze çarpıyor. Çocuklarına zerre aşılamadığı sevgi, onların aslında en çok ve tek istedikleri şey aslında. Ve sevgisizliğin cinsiyet fark etmeksizin herhangi bir insanı ne hale getireceğinin de önemli bir ispatı anne karakteri. Filmin sadece iki sahnesinde kendisini görüyoruz ancak aslında tüm hikaye annenin kaybettiği eşiyle ve dolayısıyla çocuklarıyla olan sevgisiz ilişkileri üzerine kurulu. Erkeklik, intikam ve şiddet güdülerinin en büyük sebebi tam olarak bu aslında.

Filmi izledikçe görüyoruz ki cenazede babalarının ikinci ailesinden olan erkeklerle aralarındaki soğuk savaş çatışmaya döndüğünde herkes adeta kendilerine erkekliğin yazmış olduğu kaderle yüz yüze geliyor. Ve eğer Boy da bu sözüm ona kadere boyun eğerse, erkekliğinin üstesinden gelemezse bu bir döngü olarak devam edecek ve iki koskoca aileyi yutan bir dalga haline gelecek. Burada Boy karakterinin dönüşümü mükemmel işleniyor. Önce yavaş yavaş gerçek anlamda banliyö erkeğine dönüşmeye, düşman kardeşlere karşı giderek bilenmeye başlıyor. Pompalı tüfek satın alıyor. O ince çizgiden dönüyor ve son olarak artık Son da bir kavga esnasında komaya girdiğinde kafasında bir şey dank ediyor. İntikamın, erkeklik egosunun onlara birer İNSAN olarak hiçbir getirisi yok ve olmayacak da, tam tersine götürüsü var. Kid’in ölümü onu gitgide erkeğe dönüştürürken Boy’un başına gelenler ise onu durduruyor ve doğruya gitmesine ön ayak oluyor.

Sonuç olarak Shotgun Stories son derece süssüz, normal bir hikayeyi son derece lirik, sade ve şiirsel bir dille anlatıyor. Özellikle şiddet sahnelerinin genel olarak ilk darbeden sonra kesilmesi de yönetmenin bir özendirmeme tercihi olarak göze çarpıyor. Kanın gövdeyi götürdüğü, peş peşe silahların patladığı görkemli çatışma – intikam sahnelerinin yerine, kaza gibi görünen, birkaç saniye süren şiddet sahneleri kullanılıyor. Bu hem filmin temsil ettiği ve yönetmenin hayal ettiği geleceğe dair bir beklenti hem de seyirciyle kurduğu etik bağ üzerinden de çok önemli bir detay.

Öte yandan Michael Shannon’ın iri ve kalıplı bedeni üzerinden de çok şey anlatıyor film. Geçmişte, filmdeki hiçbir karakterin doğrusunu bilmediği bir silahlı çatışmada sırtına isabet eden tüfek saçmalarını görüyoruz filmin ilk sahnesinde. Son’ın saçmalarla dolu sırtının filmin birkaç yerinde gösterilmesi hem onun sırtında yıllarca yıllarca taşıdığı yükün, erkekliğin getirdiği ağırlık, hem de saçma parçalarının fazlalığıyla intikam güdüsünün aslında ne çok insanın hayatına mal olacağının veya hayatlarının etkileneceğinin de bir metaforu olarak göze çarpıyor.

Bütün bunlarla birlikte Shotgun Stories 2000’lerin gizli hazinelerinden biri olmasının yanında çok iyi bir ilk film. İntikam, erkeklik, banliyö, aile, sevgisizlik gibi konularda biçilmiş kaftan.

Diğer Yazılar: Deniz Kuş
THE MASTER
SAVAŞ SONRASI ÖKSÜZ KALAN ASKERLERİN ÜLKESİ AMERİKA VE THE MASTER Dahi yönetmen...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir