Ezeli aşk
Sadece âşıklar hayatta kalır ama “ölümsüz” olmanın faydasını da görürler elbet. Otuz yıl önceki Altın Kameralı siyah/beyaz filmi “Stranger Than Paradise”dan bu yana peşini bırakmadığımız Jim Jarmusch, dört yıllık ayrılığın ardından bir vampir filmi ile karşımızda. Yalnız bunun ona özgü bir vampir filmi olduğunu hemen belirtelim. Jarmusch “Only Lovers left Alive” ile, incelikleri, bir film/kitap/dizi furyasıyla iyice törpülenmiş vampir hikâyesine saygınlığını yeniden kazandırıyor.
Kahramanlarımız Adem ile Havva, yani Adam ve Eve. Yüzyıllardır aşkları devam eden bir çift, biri terk edilmişe benzeyen Detroit’te yaşıyor, biri hâlâ rüyalı olan Tanca’da. Münzevi müzisyen Adam (Thor’dan Tom Hiddleston), başta hayranları olmak üzere bütün insanlardan kaçıyor. Dışarıdan, emsalsiz gitarlar dahil olmak üzere istediği şeyleri getiren Ian (Anton Yelchin) hariç. Eve ise (Tilda Swinton), bambaşka bir dünyanın, farklı bir kültürün merkezi olan Tanca’da yaşıyor. Taktıkları kafatasları onları birbirine bağlıyor. Adam’ın kolye olarak taktığı minicik bir kafatası var, Eve’inki ise bilezik. Biri siyah, biri beyaz. Ezelden ebede uzanan bir aşkın iki simgesi…
Sonunda Eve, birbirlerinden yeterince ayrı kaldıklarını düşünerek (elbette) gece uçağıyla Detroit’e geliyor ve şehrin durumu karşısında umutsuzluğa kapılan Adam’ı teselli ediyor: “Su var baksana, burası yeniden serpilecek.” Ne yazık ki, müzikle, kitaplarla pekişen mutlulukları, huzurları, Eve’in dayaklık kardeşi Ava’nın (Mia Wasikowska) gelişiyle bozuluyor. Ava, Adam’ın tek insan arkadaşıyla da anlaşamıyor.
İnsanda bir parçası olma arzusu uyandıran Tanca’da, hiçbir zamana ait olmayan bir kılıkla dolaşan ince, narin, solgun Eve, gece Café Mille et Une Nuits’ye gidiyor. Arkadaşı ve Shakespeare’in dönemdaşı Marlowe’la (John Hurt) buluşmak için. Jarmusch, esrarengiz bir şekilde ölmüş Marlowe’la ilgili olarak hep merak edilen sırrı kendince çözüyor. Şair bir ara Eve’e Adam’dan söz ederken “Keşke onunla ‘Hamlet’i yazmadan önce tanışsaydım,” diyor.
Ama bir yandan vampir mitolojisiyle kafa bulurken, bir yandan da ölümsüzlük meselesini irdeleyen yönetmenin sesini asıl yansıtan karakter Adam diyebiliriz. Yüzlerce yıl boyunca dünyanın kendi kendini yokluğun eşiğine getirmesini, harabeye çevirmesini bıkkınlıkla izlemiş. İnsanlardan ‘zombi’ diye söz ediyor. İnzivaya çekilişi de, geçmişe sığınması da bu yüzden. Gene bu nedenle kendisi ile Eve’in ortak gelecekleri konusunda kaygılı. Acaba modern dünya etraflarında çökerken ayakta kalmayı başarabilecekler mi? Belki de, çünkü bu entelektüel çift birbirlerini ve dünyadaki iyi şeyleri takdirden aciz değiller.
Öte yandan, bu vampirlerin insan boynu dişleyip karın doyurmadıklarını da belirtelim. Genelde hastanelerden temin edilen kan şişeleriyle yetiniyorlar. Kan kokteyllerinin aksamaması görevini Dr. Watson (Jeffrey Wright) üstlenmiş. Yüzyıllar onların zekâsını ve Jarmusch vampiri sıfatıyla sahip oldukları espri gücünü törpülemiş. Sadece saçları parıltısını biraz kaybediyor. “Only Lovers Left Alive”ın ‘ölümsüz’ karakterlerinin saçları, birazcık insan saçı da karışmış yak ve keçi tüyünden.
Adam ve Eve, geçmiş zamandan, eski tanıdıklardan söz ediyor. “Byron’la satranç oynadın mı?” Eve, Mary Wollstonecraft’ın nasıl olduğunu merak etmiş. “Lezizdi,” diyor Adam. Schubert’in hanesine yazılan bir Adam bestesinden söz ediliyor. Eve, ait olmadıkları yerde yetişmiş mantarları görünce, “Sizlerin burada olmaması gerek,” diyor. Ama iklim değişikliğini onlar bile durduramaz. Jim Jarmusch’un iyi oynanmış, iyi yazılmış, her zamanki gibi karakter sahibi bir müziği olan filmi, tarihe ve silinip gitmenin eşiğindeki güzelliğe bakıyor.
Bu yazı FikriSinema’nın açılışına özel olarak Sevin Okyay tarafından kaleme alınmıştır.