LGBTİ bireylerin hissettiklerinin ülkemizde önemsenmesi ne yazık ki çok yeni bir durum. Toplumdan dışlanmaya çalışılan LGBTİ bireyler, özellikle sosyal medyanın hayatımızdaki rolü arttıkça daha geniş kitlelerce destekleniyor. Henüz tam bir toplum bilincine varamasak da LGBTİ bireylerin haklarını savunurken artık eskisi kadar yalnız olmadıklarını görüyoruz. Son zamanlarda sinemada da oldukça sık değinilen hayatlarına toplumun bakışı, belki de sinemanın kitlelere ulaşma başarısı sayesinde normalleşecek. Ancak daha yolun çok başında olan bu hak mücadelesinin sinemaya yansımasında ya çok dar ya da çok göze sokulan hırçın bir bakış açısı kullanıldığı da bir gerçekti. Ta ki 2011 yapımı Weekend filmi hayatımıza girene kadar bu gerçek değişmedi.
2012 yılında !f İstanbul, 11. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde izleme şansı bulduğum film 8 Ağustos 2014 tarihinde geç de olsa vizyona girdi. Weekend, LGBTİ bir çiftin aşkları öyle naif anlatılmış ki, son zamanlarda bu kadar gerçekçi, bu kadar duygusal bir aşk hikayesi izlediğimi hatırlamıyorum. Özellikle Russell karakterine hayat veren Tom Cullen’in kırılgan bakışlarının altındaki hayat dolu tavırları, onunla birlikte üzülüp onunla birlikte sevinmenize neden oluyor. Russell’a göre daha hırçın bir karakter olan, Chris New’in canlandırdığı Glen ise başlangıçta çok sinir bozucu gelse de Russell ile yaşadıkları aşkın etraflarında oluşturduğu ve neredeyse gözle görülüp elle tutulacak kadar somutlaşan naiflik, Glen’in ne yaparsa yapsın affedilen yaramaz ama sevimli çocuk olarak görülmesini sağlıyor.
Filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi Andrew Haigh, bağıran ve kişiliğini seyircinin gözüne sokan karakterler yapmakla vermek istediği mesajların hedefine ulaşmayacağının farkında olmalı ki, Russell ve Glen karakterlerini ortaya çıkarıyor. Hikayesini bağıra bağıra anlatmak yerine fısıldayarak ama kesin cümlelerle anlatıyor. Öyle ki hırçın karakter Glen’in sivri sayılabilecek tavırlarına, sadece Glen hakkında fikir sahibi olacağımız kadar yer verirken, onun dünya düzeni hakkındaki görüşlerini sakin ama etkili anlatışlarını daha çok önemsiyor. Böylece seyircinin algısına dokunup, filmin başındaki kitleyle sonundaki kitlenin aynı kalmamasını, düşünce yapılarının farklılaşmasını sağlıyor. Öyle ki 97 dakikanın sonunda filmden çıkan bireyleri artık eski düşünce yapısında olamayacağı yeni bir kimliğe büründürüyor.
Sonuç olarak, heteroseksüel egemen dünyaya kısa da olsa bir ara verip, homoseksüel bireylerin aşklarına göz atmayı tercih edip etmemek elinizde. Ancak bir heteroseksüel bakış açısıyla kaybedecek bir şeyiniz olmayacağının garantisini verebilirim. Aksine filmin sonunda kazandıklarınız belki de bundan sonraki hayat algınızı bile değiştirebilir (Sadece heteroseksüellere hitap ediyormuşum gibi oldu ama herkese sesleniyorum). Konusu itibariyle uzun süre vizyonda kalmayacağı neredeyse kesin olan filmi kaçırmayın.