1980 yılında başlayan film 2. Dünya Savaşı’nda İngiliz ordusunda mühendis subay olarak görev yapmış ve trenlere büyük bir tutkuyla bağlı olan Eric Lomax’ın (Colin Firth) bir trende Patti (Nicole Kidman) ile tanışması ve evlenmeleriyle devam ediyor. Buraya kadar her şey normal gelirken, Eric’in uyku esnasında yaşadığı şizofreniyle karışık rüyaları ile tabiri caizse sadete geliyoruz. Eric’in kendi içinde yaşamış olduğu krizlere dair bunaltıcı birkaç sekanstan sonra Patti, kocasının sorununu çözmek için adım atıyor. Çareyi kocasının gazi arkadaşlarının da Uncle (Amca) diye seslendikleri Finlay (Stellan Skarsgård) ile konuşmakta buluyor. Eric’in karısının sorunun üzerine gitmesi ile olayların başladığı filmde; 2. Dünya Savaşı’nda birliği Japonlara esir düştüğünde işkenceler gören Eric, bu işkencelerden sonra içine kapanır ve bu olay hakkında kimseyle konuşamaz. Ta ki, yıllar sonra kendisine işkence eden Japon askerinin izini bulup onunla hesaplaşıncaya dek…
Bu kadar birbirinden farklı duyguyu iki saate sığdırabilen çok fazla film olmasa gerek. Savaş konulu, özellikle de II. Dünya Savaşı üzerine yapılan filmlerin birçoğu için bu söylenebilir belki ama bu filmin farklılıkları var. Öncelikle bir noktayı açıkça belirtmek gerek; The Railway Man, 2. Dünya Savaşı üzerine bir “dönem filmi” değil. Filmde, artık emekli olmuş bir Japon ve bir İngiliz askerinin hesaplaşmaısını izliyoruz. Bolca geri dönüş (flashback) yaşadığımız film dediğim gibi aslında bir savaş dönemi filmi değil, ancak konu doğrudan savaşla ilgili olunca o dönemi de bize betimlemek zorunda kalıyor. Gündelik hayatımızda bir olayı anlatırken her şeyi en geriden almayı seven insanlar gibi, film de olup biteni biraz geriden alarak her şeyi sebepleriyle anlatıyor. Bu sebeple algıda sorun oluşturup izleyiciyi savaş filmi izlediğine inandırması filmin handikaplarından birisi. Yine de dikkatli izleyicilerin 1980 döneminden kopmadığını tahmin ediyorum. Neticede film bize iki askerin yıllar sonra yaşadığı hesaplaşmayı anlatıyor, savaş sahneleri anılardan ibaret.
Milliyetçi bir anlatım olmadığını, zira öyle olsa bile bunun üzerinde durulmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu yönüyle ilk aklıma gelen, bugün ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilen The Bridge on the River Kwai (1957) filmi oldu. Benzer bir hadiseyle yine Japonlara esir düşen bir İngiliz birliğinin, farklı olarak bir tren yolunda değil de bir köprü yapımında çalıştırıldığı filmde; komutanlarının liderliğinde, esirken bile psikolojik savaşla karşı taraftan istediklerini nasıl aldıkları anlatılıyordu. The Railway Man filminden farklı olarak olaylar esarette bile iki ulusun mücadelesiydi. Fakat bu filmde, daha çok kişisel bir hikaye ile karşı karşıyayız. Esir olarak bir ekip çalışmasıyla yeni bir telsiz yapan bir grup askerin hikayesi değil de, o telsiz yakalandığında fedakarlık yapan Lomax’ın hikayesi aslında anlatılmaya çalışılan.
Filmin özellikle iki askerin yüzleşmesinden sonraki kısmı, ki bu da hemen hemen filmin ikinci yarısına tekabül ediyor, “Bir insana vicdanı mı daha acımasızca hesap sorar, yoksa işlediği suçun mağduru olan düşmanı mı intikam için geldiğinde daha acımasız olur?” sorusunu sorduruyor. Japon askeri Takeshi Nagase’nin (Hiroyuki Sanada) kendi içinde yaşadığı vicdan azabı, Eric’in yıllar sonra bile kimseye anlatamadığı o işkence odasında yaşadıkları, sonrasında birbirlerine yaptıkları itiraflarla iyiden iyiye hikayenin içine girdiğimiz ve artık tarafların acılarını hissettiğimiz kısım oluyor burası. İşkence sahnelerinin alıştıra alıştıra verildiği, suçun büyüklüğünün izleyiciye yavaş yavaş anlatıldığı, işlenen suçtan ziyade hem iki askerin yüzleşmesi hem de karakterlerin iç dünyaları ile ilgilenen bir film The Railway Man. Bu yönüyle savaş döenmi filmlerinin gerilimi yerine işin dram tarafı ağır basıyor. Daha çarpıcı, duygusal anlamda değil de psikolojik anlamda insanları çok daha derinden vuran bir film beklerken, izleyiciye acı çektirmek yerine sadece Eric Lomax’ın başından geçenlerin anlatılması tercih edilince, umulandan daha hafif bir etki bırakıyor.
Colin Firth, yüzündeki tedirgin ifadeye bizi film boyunca alıştırıp oyunculuğu ile kendisinden bekleneni fazlaca verirken, Nicole Kidman ise genel olarak o delip geçen bakışlarıyla ve donuk oynamayı tercih etmiş. Stellan Skarsgård, Nymphomaniac (2013) filminde de gördüğümüz genellikle bilge, kimi zaman anlatan kimi zaman dinleyici, kimi zaman da yönlendirici(advisor) özellikleri olan bir karakter ile çıkıyor karşımıza. Bu roller de onun üzerine yapışıyor sanki yavaş yavaş. Hiroyuki Sanada ise Colin Firth’ten rol çalamıyor belki ama rolünün hakkını veriyor. Oyunculuklar noktasında bir diğer başarı ise; filmin içinde bu kadar çok yer verilen geri dönüşler sebebiyle oyunculuğunu değerlendirmeye almak zorunluluğumuzun doğduğu, Eric Lomax karakterinin gençlik yıllarını canlandıran, Jeremy Irvine. Oyuncu kadrosu başarı grafiğini yukarı çekiyor.
Özellikle de filmin sonunda beklediğimiz etkiyi yaşatmaktan çok uzak kalan film, aslında büyük bir affetme hikayesi. Ancak sondaki yüzleşme ve affediş, filmin bize anlattığı işkence ve bundan daha fazla anlattığı işkence sonrasında yıllarca yaşanan depresyonu çok da karşılamıyor. Özellikle Eric’in Patti ile birlikte gidip Nagase’ye mektubunu verdiği sahne, sadece bir mizansen olarak kalıyor, aslında biz bir affediş göremiyoruz. Yine de, basit ve yalın bir senaryoyla, geri dönüşlerin fazlalığına rağmen, anlaşılır ve güzel bir film yapılmış. Biyografi sevenlerin izlemekten zevk alacağı, bununla birlikte türü özellikle takip etmese de izleyen kimsenin pişman olmayacağı bir film.
Okuyucuya Notlar
*Filme gitmeden önce “Kempeitai”nin ne demek olduğunu öğreniniz.
** Film, Eric Lomax tarafından yazılmış aynı adlı romandan uyarlamadır.