Delik

Centilmen İşi: Le Trou

Fransa sineması denince akla ilk “Yeni Dalga” gelse de, Yeni Dalgacılar’ın zirve yaptığı dönemde bile onların kaygılarını taşımayan, filmlerine benzemeyen eserler ortaya koyan ve akıma tam manasıyla dâhil olmayan “büyük sinemacılar” da vardı, Jean-Pierre Melville ve Jacques Becker gibi. Melville ve Becker, Yeni Dalgacılarla belli noktalarda karşılıklı etkileşime girseler de benzeşikliklerinden ziyade farklılıklarıyla ön plana çıkmaktadırlar. Yerleşik kalıpları yıkma ve yeni teknikler deneyerek/geliştirerek sinemadaki anlatım dilini zenginleştirme amacı güden Yeni Dalgacıların aksine, Amerikan kara film geleneği başta olmak üzere devraldıkları mirasa saygıda kusur etmeyen, onu biçim ve içerik olarak “güzergâhtan ayrılmayarak” daha ileri noktaya taşıyan ve modern çağa giden yolda bir köprü olan Melville ve Becker, popülerlik kaynaklı ön kabulden Godard, Truffaut, Rohmer gibi isimlerin aksine pek faydalanamadılar ve bu tercihlerinin bedelini uzun yıllar gölgede kalarak ödediler. Yine de, zaman ilerledikçe, adını Amerikan kültürünü derinden etkileyen Herman Melville’den alan ve tıpkı isim babası gibi ele aldığı türe büyük etkide bulunan Jean- Pierre Melville gibi sinemacıların ektiği tohumlar dünyanın dört bir yanında filiz vermeye başladı ve isimleri Yeni Dalgacılar kadar zikredilir oldu. Kubrick’e “suç filmi çekmeyi bıraktıran” Bob le Flambeur (1956), Tarantino’ya göre “en cool gangster filmi” olan Le Samurai (1967) ve “tüm zamanların en favori senaryosuna sahip filmi” Le Doulos (1962), Roger Deakins’e göre en iyi 10 filmden biri olan L’Armée des ombres (1969) gibi eserlerin hakkı herkeslerce verilmeye başlandı fakat Jacques Becker’in, Melville’e göre “en iyi Fransız filmi” olan Le Trou’su (1960) hak ettiği seviyeye ulaşmış değil. Şimdilik.

Le Trou, “bir hapishane filmi”, bu niteleme herhangi bir film için yeterli ön bilgiyi içinde barındırabilir fakat Le Trou için çok yetersiz. Karşımızdaki eser, her şeyden önce safkan bir Fransız filmi, hatta Dumas Fransa’sının filmi. Onu Dumas Fransa’sına ait kılan şey ise konumlandığı dönem değil, barındırdığı karakterler ve sırtını yasladığı değerler. Alışıldık sert ve karanlık ortam, doğal yaşam ortamına kavuşup vahşileşen suçlulardan müteşekkil bir dünya yerine bir centilmenler hapishanesiyle karşı karşıyayız; müdüründen gardiyanına, mahkûmundan ziyaretçilerine kadar filmdeki herkes, davranış açısından tipik Dumas Fransa’sı eserlerinden fırlamışçasına soylular. Dayak, tecavüz, hakaret yok (Filmdeki tek şiddet sahnesinde bile hapishane yönetimiyle koğuştakiler arasında yazılı olmayan ve sırtını erdeme dayayan kurallar işliyor.), karşılıklı iletişime önem veren, sadakati ve ekip olmayı her şeyin üstüne koyan insanlar var. Klasik manada “suçlu” yok, sadece suç işlemiş insanlar var. Buna rağmen “yumuşak” bir ortam, gevşek bir yönetim söz konusu değil; dışarıdan getirilen malzemelerin arandığı hipnotize edici sahnede veya gardiyanların bir makine edasıyla gerçekleştirdiği kontrollerde gördüğümüz üzere herkes “asli görevini” yerine getiriyor. Mahkûmlar da asli görevlerini yerine getirmenin, firar etmenin peşindeler ve Melville filmlerinden de aşina olduğumuz “işini bilen” karakterler kâh diş fırçasından periskop kâh kartondan maketler yaparak yetkinliklerini kanıtlıyorlar. Üç Silahşörler’de D’Artagnan’ın yaptığı düellolardan biriyle veya Monte Kristo Kontu’ndaki Edmond Dantes’in uzun yıllara yayılan kusursuz planını eyleme geçirişiyle karşı karşıyayız sanki.

Le Trou, içeriğinin yanında biçim olarak da çarpıcı bir eser. Siyahla beyazın iç içe geçtiği, tünellerde kaybolan ışıkların izleyiciyi büyülediği sahneler geçit töreni yapıyor. Filmin bitiş yazılarına kadar en ufak bir müzik duymuyoruz ama törpülenen parmaklıkların, duvarlara vurulan balyozların, usulca atılan adımların çıkardığı sesler filmin doğal müziğini oluşturuyor, ritmini belirliyor. Telaşsız kamera hareketleri, ustaca kurgulanmış kareler içerikle birleşince hipnotize edici bir hal alıyor ve bir noktadan sonra o hapishanenin içerisinde, dördüncü duvarı yıkarak dâhil olmuş ve her şeyi kaygıyla izleyen davetsiz bir misafire dönüşüyorsunuz.

Melville’in dediği gibi en iyi Fransız filmi mi, Melville’in bizzat kendisinin çektiği harika filmler nedeniyle emin değilim ama Le Trou benim için en iyi hapishane filmi. “Zavallı Gaspard” sözü zihnimin içerisinde dolaşmaya başladığından beri de filmin etkisi her geçen yıl artıyor. Yıkmadan yapmanın, korkutmadan dehşete düşürmenin mümkün olduğunu gösteren, her anı özenle planlanmış bu zamansız başyapıtla tanışmadan geçen her an ise bir sinemasever için büyük kayıp.

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Somewhere, In the Nıght-2: The Set-Up
Boks filmleri söz konusu olduğunda Rocky (1976) ve Raging Bull (1980) gibi...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir