Paolo Virzì’nin daha önce izlediğim filmi, 2013 yapımı Il Capitale Umano (“Beşerî Sermaye” olarak çevrilebilir; Türkiye’de “İnsan Sermayesi” diye bilinmekte), sinemada sanat eseri üretirken illa da sıkıcı, akmayan filmler yapmak gerekmediğinin güzel bir örneğiydi. Sinema, genelde 90-120 dakika arasında olan sınırlı bir sürede izleyiciye bir veya birkaç temel duyguyu (öfke, acıma, tiksinme, korkma, gülme vb.) nasıl da çok yoğun bir şekilde hissettirir, bugüne, geçmişe ya da geleceğe dair toplumsal ve/veya bireysel düzeydeki olguları nasıl sorgulatır, hayal kurdurur, varsayımlar ürettirir, bunlara dair birkaç cevap vardı bu filmde.
Virzì’nin 2016 yapımı, ödüllü ve geçen yıl Filmekimi’nde gösterime giren (https://fikrisinema.com/sonbaharin-rengi-filmekimi/) son filmi La Pazza Gioia (“Delice Eğlenmek” diye çevrilebilir; Türkiye’de “Deli Dolu” diye bilinmekte) ise daha ağır akan ancak yine yoğun duygular yaşatan bir film. Il Capitale Umano’ya göre daha etkileyici bulduğumu söylemeliyim. Başrolde Il Capitale Umano’da olduğu gibi Valeria Bruni Tedeschi (Carla Bruni’nin ablası, Sarkozy’in baldızı) yine döktürmüş. Filmin diğer başrol oyuncusu Micaela Ramazzotti (Virzì’nin eşi) de başarılı, abartısız, olması gerektiği gibi bir oyunculuk sergilemiş. Yalnız, sinema neden “güzel kadın” seviyor, örneğin başkarakterlerin tedavi olduğu tesiste o kadar kadın varken, arkadaş olup maceraya atılanlar neden iki “genç”, popüler kültür kalıplarına göre “güzel” sayılabilecek kadın? Klişe!
Il Capitale Umano’da olduğu gibi La Pazza Gioia’da da sınıf farklılıkları ve İtalya’daki güncel meseleler (ilk filmde ekonomik kriz, ikincisinde göç meselesi) ön ve arka planda yer buluyor. İki başkarakter bariz bir biçimde birbirinden farklı sınıflara aitler, bambaşka yaşantılardan gelmişler ancak benzer sorunlar yaşayıp iyi bir arkadaşlık kuruyorlar.
Ne yalan söyleyeyim, filmin başına ne bu sınıfsal vurguları görmek ne de felsefî sorgulamalar yapmak için oturdum. Amacım, filmin afişinde (otomobilli olanda) bir parmak bal gibi ağzımıza çalınan İtalya’nın güzel manzaralarını iyi bir yönetmenin kamerasından görmek, iyi sinemanın iyi fotoğrafçılıkla birleştiği anın keyfini sürmekti. Afişteki otomobile benzer bir otomobilin içinde İtalya kırsalını gezdiğimi hayal etmeyi bekliyordum. “Yahu bu ülke neden bu kadar güzel diye?” düşünüp, kendimce cevaplar üretmek istiyordum. Film beklediğim kadar manzara keyfi sunmasa da başkarakterlerin tedavi gördüğü Villa Biondi sahnelerinde ve yaklaşık 70 kilometrelik yolculukları sırasında bu konular üzerine epey düşünme fırsatı buldum.
İtalya’nın güzelliğinde, en azından Roma döneminden başlayıp kesintilerle de olsa bugüne kadar süren muazzam zenginlik ve bu zenginliğin Roma sonrasında parça parça olan siyasî otorite ve onun etrafındaki iş dünyasına dağılmasının payı olduğunu düşünüyorum. Görece fazla elde toplanan bu zenginlik, mekâna ve manzaraya yatırım yapılmasına yol açmış. Gerek kentlerde gerekse de kırsalda gördüğümüz güzellikler, bu zenginliğin insan yapımı sonuçları. Zenginler örneğin Rönesans dehalarını himaye etmiş ve onlar da kentsel mekâna görülmemiş güzellikler katmışlar. Dahası, zenginlik ve yüksek kültür düzeyi, bu güzelliği bozmayıp onu koruma bilinci olan, ondan keyif alan, onu başka bir şeyle değiştirmek istemeyen insanları da sürekli üretmiş bu topraklarda. Bizim, örneğin İstanbul’da 19. yüzyılda yapmaya çalışıp parasızlıktan yapamadığımız kentsel atılımları onlar bu zenginlik sayesinde yapabilmiş; yine bizim 20. yüzyıldan bugüne rant hırsıyla yok edegeldiğimiz kentsel ve kırsal dokuyu onlar koruyabilmiş (yoksa bizde Boğaz’a bakan ve ama Boğaz’dan da görünenler ya da Ayasofya’nın üzerinde yükselenler gibi, Kolezyum’a bakan, ne güzel manzarası olan ve ama göğü ve gözümüzü delen apartmanlar dikilirdi!). Öyle olunca da herhalde Virzì gibi yönetmenlerin filme alacak göz alıcı manzaralar bulması daha kolay oluyor…
Hamiş: İstanbul’un kentsel dokusundaki değişimi, özellikle 19. yüzyıla odaklanarak ve kentin değişimini diğer Avrupa kentlerindeki değişimle karşılaştırmalı olarak inceleyen, zenginleşen Avrupa’nın başkentlerini bu yüzyılda nasıl da dönüştürdüğünü, Osmanlı’nın ise onlara öykünerek yapmayı tasarladığı bu dönüşümü kaynak sıkıntısı nedeniyle nasıl da yapamadığını anlatan mükemmel bir çalışma için bkz. Zeynep Çelik, 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul, İş Bankası Yayınları.