Deccal

Günümüzün sinemacılarından en tartışmalı kariyere sahip olanları arasında kuşkusuz listenin üst sıralarını zorlayacak bir isim varsa o da Lars Von Trier’dir. Sinemasında kullandığı donanımla, insan doğasının karanlık odalarını inceleyen temaları dışında, sinematografik yönden de seyirciye doygunluk yaratan Trier, hikayelerinde tabiri yerindeyse kanlılık, canlılıkla seyircisine sert vuruşlar yapmaktadır. Bu sert vuruşlardan biri de sinema dünyasında kendisine basamak atlatan Deccal/Antichrist filmi olabilir.

Filmin içeriğinde psikoloji, psikiyatri, korku, gizem ve gerilim gibi unsurlar mevcut. Fakat işleyiş açısından deneysel korku ve psikiyatriyi ana halkasına alan bir film Antichrist. Psikiyatri üzerinden gidecek olursak, tıp dalları arasında tek ‘’anti’’ si bulunan dal psikiyatridir. David Cooper ve Michel Foucault önderliğindeki bu düşünceye göre, psikiyatriyi kısmen de olsa toplumun belli başlı kılavuz edindiği normlara uygun bireyler üretmeye çalışan bir makineye benzetebiliriz. Bu alanda yapılan en büyük yanlış bireylere tanı koyulurken bireyin kendine has özelliklerinin, ihtiyaçlarının ve eksikliklerinin göz ardı edilerek halı altına süpürülmesidir. Kuşkusuz psikiyatri de tarihçesine baktığımızda kapitalizmle beraber genleşen bir dal. Filmin hikayesinin tam anlamıyla antipsikiyatri üzerine olduğunu ne kadar söyleyebiliriz bu muamma ama bu alanla bezeli bir film olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlayışla bezeli olmasının önemli unsurlarından biri de Lars Von Trier’in filmin çekildiği tarihlerde depresyon tedavisi için bir akıl hastanesinde tedavi görmesi de olabilir. Filmin açılış sekansında seyirciyi kışkırtıcı ve sert bir sahne beklemektedir. Perde Handel’in Lascia Ch’io Pianga adlı aryasının eşliğinde slow-motion ve siyah beyaz çekim sevişme görüntüleri ile açılıyor. Sahnede anne ve babanın cinsel birleşmesini yakın planda görürken, kapı eşiğinin diğer ucunda beşiğinde oynayan 3-4 yaşlarındaki çocuğun camdan aşağı atlamasını aynı anda görüyoruz. İkinci sahne cenaze töreni ile açılırken, bu ölüm anne ve babaya altından kalkılamayacak bir yükün dışında travmatik olaylar silsilesini de peşinde getirir. Cenazeden sonra derinleşen acı ve beraberinde yaşadığı ruhsal sorunlarla bu ölüm, kadını içinden çıkılamaz bir hale sürükler. Bir ay boyunca hastanede yatarak tedavi gören kadın, babanın mesleği olan terapistliğin de verdiği özgüvenle taburcu olur. Baba, annenin “bir kere olsun senden daha zeki olanlara güvensen” sözlerine aldırış etmeden, ne yaptığının farkında olduğunu düşünerek, tedavisine evde devam etme niyetindedir. Anne, babanın bu düşüncesiyle taburcu olup eve geldiğinde evlerinde biriken anıların ve olayın trajedisiyle nevrotik duygu patlamaları yaşar. “Ölmek istiyorum” der. Babanın buna cevabı ise “bunun olmasına izin vermeyeceğim”dir. Hikayede karar mekanizması baba olmuştur. Bunun altında mesleğine ve kendine olan güveninin yanı sıra mesleğinin ikili ilişkilere olan yansıması da yatmaktadır.  Tedavi süresince kadının ilaç kullanmasını engelleyerek bildiği terapi tekniklerini kadında kullanmaya başlar. Kuşkusuz kibir insanı köre dönüştüren duyguların en başında  ve şeytanın da en sevdiği günahtır. Çevresinin, bir yakınına terapi yapmasının doğru olmadığı söylemlerini kulak arkası eden baba “bu sadece prensip olarak doğru” der. Çünkü o mesleğinde “iyidir, zekidir ve karısını en iyi o tanımaktadır”. Fakat anneyi yeteri kadar tanımadığını sezinlemeye başlarız. Baba, annenin üzerinde çalışma yaptığı ortaçağdaki kadın katliamları tezini bitiremediğinden bihaberdir. Annenin bizi yalnız bıraktın sözlerine ise cevabı dengeli bir terapist edasıyla “bu duruma bir örnek verebilir misin” olur. Terapistlik evliliğini ve ilişkilerini yönlendiren bir haldedir. Bu örgü bize kadının üzerinde erkek tarafından psikotik bir baskı olduğunu uyandırır. Kadın, duygusal anlamda yaşanan patlamalarda, yanında akademik olarak önündeki şablonlara göre hareket eden robotik bir eşle mücadele etmektedir. Tartışmaları veya karşılıklı zıt konuşmalarında “Eminim bu soruya da verecek gayet kurnaz terapist cevapların vardır” der. Kadın ilişkide yerine karar alınan neyin kendisi için iyi olacağı bilinen ve bu çizelgede yaşamını sürdüren bir bireye dönüşmüştür. Baba ise ilişkilerinde kendi hayatına daha çok kanalize olmuştur. Mesleği ile olan bağı onu insanlardan uzaklaştırmıştır. Bu trajik olayın akabinde ise eşinin bir sevgiliden çok bir terapiste ihtiyaç duyacağına kendi başına karar vermiştir. Kumandayı eline almıştır. Ama bu durum bir yandan da kadının esas ihtiyaçlarını görmesini engeller. Bunlar bir yana terapist ve hasta ilişkisi içerisinde yasak olan sevişme yasağını da delmeye başlamıştır.

Adamın kullandığı terapi tekniğinde, kadının korkularının kaynağına inilmesinin ona daha iyi geleceği belirtildiğinden, kadının korkularının kaynağı olan Eden adını verdikleri ormanın içerisindeki ahşap kulübede tedavisine devam etme kararı alırlar. Adam, kulübede geçirdikleri zaman diliminde kadının hal, tavır ve söylemlerinden karısı hakkında düşünmeye ve araştırmaya başlar. Eski fotoğraflarına baktığında kadının çocuğuna ayakkabılarını ters giydirdiğini ve ayaklarının sakatlanmasına sebebiyet verdiğini görmüş olur. Bir yandan kadının notlarına baktığında el yazısı da değişmiştir. Aslında durum sandığının aksine daha ciddi bir boyuttadır. Fakat bu gözlemler ve gelişmeler sonunda hastaneye gitmeyi akıl edemez. Tedavisini uygulamaya ve bildiğini okumaya bir yandan da kadınla sevişmeye devam etmektedir. Kadını her anlamda bir nevi istismar etmektedir. Bu sancılı terapi süreci ise kadında regresif bir hale dönüşür. Terk edilme endişesi artar. Adam kadının üzerinde egemenlik kurmuş gibidir. Kadın ise artık tek başına var olamayacağı kaygısı içerisine girmiştir. Bu endişeyle yine bir sevişme esnasında erkeğin penisine sert bir cisimle vurarak sakatlar. Ayağını delerek bir taşa bağlar. Böylelikle artık terk edilemeyecektir. Burada bir sahnede kadının, çocuğun camdan atladığı anda sevişirken, onu gördüğünü ve hazzına yenik düşerek müdahale etmediğini görürüz. Ama bu kadının yaşadığı travmatik durumun vicdani bir yanılgısı mı yoksa gerçek mi bilemeyiz. Kadın kendini cezalandırmak için ayağı taşa bağlı adamın karşısında mastürbasyon yaparken, klitorisini keser. Amacı yaşadıkları kayba sebep olduğunu düşündüğü hazlarından arınmaktır. Aslında çocuğun camdan atlama sahnesi, yaşanılan bu ilişkinin bir krokisi gibidir, sevişme sırasında adamın sırtı çocuğun bulunduğu odaya dönüktür. Bu da ilişkide kendi hayatına kanalize olup, ailenin isteklerini ya da manevi eksiklerini görmezden gelmesinin ufak bir resmi gibidir adeta.

Devamında adam kadının bir uyku anında bacağındaki tekerleği çıkartır. Kadına saldırıya geçer, hikayenin başında kadının ölmek istiyorum sözüne verdiği “Bunun olmasına asla izin vermeyeceğim” cevabını, kendisi tehdit altında olduğunda ezmiştir. Filmde karısına terapi esnasında yaptırdığı nefes egzersizlerine düalite bir şekilde onu boğarak öldürür. Erkeğin kendi mesleğine ve bakışına olan güveni yıkılmıştır. Kontrolü elinden kaçırmıştır. Kibrine yenik düşmüştür. Kadın hem çocuk hem ilişki hem de kariyer noktalarında uğraşlarını verirken, baba ise kendi yaşantısını ön plana atarak, ailenin ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını fark edemez. Bu durum günümüzün modern toplumunda baba ve annenin bir stereotipi  niteliğindedir.

Filmin çekimlerinde Dogma 95 esintileri mevcuttur.  Omuz kamera kullanımın dışında, çekilen slow-motion rüya sahneleri saniyede 1000 kare/hız olarak çekilmiştir. Filmde Tarkovsky sinemasındaki gibi mistik görüntüler de mevcut. Filmi de zaten kendisine ithaf etmiştir. Filmin tamamı Almanya’da çekilirken, hikayede ise mekanlar Seattle içinde bir orman olarak aktarılmıştır. Trier, çekimler başladığında depresyondan tamamen kurtulamamıştı. Bu sebeple set devam ederken oyunculara periyodik olarak izin vermiştir. Bir röportajında “Çekimler sırasında zihinsel ve fiziksel kapasitemin en fazla yarısını kullanabiliyordum. Film pek umut verici olmadan bitirildi” demiştir.  Trier için ilginç bilgilerden birisi de kendisinin uçak fobisi vardır. Bu nedenle filmlerinin çoğunu ya İsveç’te ya da Danimarka’da çekmiştir. Antichrist ise Almanya’da çekilen ilk filmidir. Sinemaya tutkuyla bağlanmış bir insan olarak, bir röportajında ise “Temelde hayatımdaki her şeyden korkuyorum, fakat film yapımı hariç” demiştir.

Lars Von Trier şüphesiz ele aldığı temalar, filmlerindeki karakterler ve bakış açısıyla uçlarda gezinen bir yönetmendir. Zaten filmin geri dönüşleri de bu şekildedir, Cannes film festivalinde prömiyeri yapılırken, görüş olarak seyircileri ikiye bölmüştür. Hatta film gösteriminde tepki olarak salondan çıkanlar bir yana gösterimde bayılanlar bile olmuş. Gayri resmi olarak Trier’in “Depresyon üçlemesi” adı verilen serinin ilk filmi olan Antichrist filmini 2011’de Melankolia ve ardından 2013’te Nymphomaniac filmleri takip etmiştir. Her zaman bir provokatör olan Trier, seyircisini ise ciddi film yapımcılarından daha fazla çatışmaya sokuyor.  Bunun hakkında ise “Benim işim tahrik etmek. Ancak bu şekilde iyi film yaparsınız” demiştir. Melankoli filminden sonra ise (her ne kadar bu sözleriyle ilintili bilinmez) Hitler’in mimarı Albert Speer’i beğendiğinden dolayı Hitler’e karşı bir sempatisi olduğunu belirtmişti. Bu söylemleri ise Cannes film festivalinde büyük bir yankı uyandırmıştı. Devamında ise istenmeyen adam ilan edilmişti. Diğer yandan sinemasına dönecek olursak, testeresinden geçen ve geçecek filmler Trier’e sinema tarihine adını şimdiden yazdırmasını sağlamıştır.

Diğer Yazılar: Furkan Aşkın
Kuzeyden Gelen Işık; Dogma 95
Avrupa sinemasına baktığımızda son yüzyılda farklı atılımlarda bulunuldu. Özellikle İtalyan yeni gerçekçiliği...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir