Paul Thomas Anderson Sinemasına Giriş
Paul Thomas Anderson, “Amerikan Rüyası”nın aldatıcı parlaklığının altına inerek, ABD toplumunda devlet düzeni tarafından örtbas edilen yozlaşmayı çarpıcı bir şekilde gözler önüne seren bir yönetmen olarak tanımlanabilir. Onun filmleri, sistemin parlak yüzünün ardındaki yozlaşmayı, yalnızlığı ve çelişkiyi gösterir ki bu zaten Amerika’nın kendi yarattığı mitlerle hesaplaşmasının kaçınılmaz bir yansımasıdır. Onun filmlerinde genellikle yalnız, inatçı, takıntılı ve doyumsuz karakterler görürüz. Bu karakterler ister yalnız bir petrol zengini (There Will Be Blood), ister kaybolmuş aile sıcaklığını yetişkin film dünyasında yeniden kurmaya çalışan bir porno yönetmeni (Boogie Nights), isterse geçmişiyle hesaplaşan takıntılı bir sanatçı (Phantom Thread) olsun… Hepsi aynı arayışın peşindedir aslında: hayatın anlamını…?
Ancak Paul Thomas Anderson (PTA) dünyasında anlam kolay bulunmaz; bulunduğunda da genellikle karakterine zarar verir. Onun sineması, Amerikan anlatısının büyüklüğünü sever ama aynı zamanda onunla ince bir şekilde alay etmesini de bilir. Filmlerinde kamera da karakter gibidir. Sürekli arar, dolaşır, gözlemler. Uzun planlar, iç içe geçmiş hikayeler, etkileyici diyaloglar… Hepsi bir tür kontrol deliliğini yansıtır, tıpkı karakterlerinin iç dünyası gibi. Amerikan kimliğinin kırılganlığını, erkekliğin baskısını, aile kurumunun çarpıklığını ve insanın kendi arzularına esir oluşunu görürüz filmlerinde. Ama bunu ne melodramla ne de vaazla yapar. O, seyirciye “böyle olmalı!” demez; sadece gözünü açar ve “böyle oluyor…” der. Yönetmenliğindeki deha da buradan gelir.
Velhâsıl, PTA sineması hem Hollywood’un anlatı ihtişamına sahip, hem de modern dünyanın yalnızlığına gömülmüş bir sinemadır. Biraz Kubrick’in soğukkanlılığı, biraz Robert Altman’ın kaotikliği, ama en çok da kendisinin merhametsiz merakı vardır ki nevi şahsına münhasır sinema dili de bu sayede oturmuştur zaten. Sinemaseverler iyi bilir; o, yaşayan yönetmenler arasında Martin Scorsese seviyesine ulaşabilmiş ender sinemacılardandır.
Sinemanın Büyüsünü Unutanlara Bir Hatırlatma: One Battle After Another
“Özgürlük: ona sahipken değerini bilmezsin, yokluğunu fark ettiğinde ise çoktan gitmiştir.”

Paul Thomas Anderson’ın yeni filmi One Battle After Another, tüm sinematik estetiğiyle bana uzun zamandır özlemini duyduğum o samimi sinema atmosferini yeniden hissettirdi. Üstelik bunu, derin bir alt metne sahip güçlü bir politik tavırla yaparak, sinemaya duyduğum heyecanı bir kez daha canlandırdı. Her fırsatta söylerim; sinema, özünde görüntülerle hikâye anlatma sanatıdır. Gerçek anlamda iyi bir filme ulaşmak içinse, hikâyeyi besleyen tüm sinematik unsurların aynı anda çalışması gerekir. One Battle After Another’ı bitirdiğimde, sinemadan ne anlıyorsam (filmin tarzını anladıktan sonra) hepsinin bu filmde yerli yerinde kullanıldığını gördüm. 160 dakikalık bir filmin temposunu hiç sekmeden akıtmak kolay değildir; filmde hem kurgu hem sinematografi öylesine uyum içinde çalışıyor ki film seyirciyi başından sonuna kadar içine çekmeyi başarabiliyor.
Thomas Pynchon’ın Vineland romanından serbestçe uyarlanmış filmde PTA, günümüz ABD’nin politik havasını keskin bir zekayla yansıtarak güçlü bir politik hiciv ortaya koyuyor. Trump dönemi politikalarının gölgesinde şekillenen hikâye, göçmen gözaltı merkezlerindeki zulmü ve devletin bunu bir baskı aracına dönüştürmesini merkeze alırken, devrimci grup French 75’in göçmenleri kurtarma mücadelesini ve sistemin adaletsizliğine karşı sergiledikleri eylem ve direnişlerin şiddetle altını çiziyor.

Oscar’lık performansıyla parlayan Sean Penn’in canlandırdığı Col. Steven J. Lockjaw karakteri, faşist beyaz Amerikalıları neredeyse grotesk bir biçimde temsil ederken, film, Amerika’nın siyahlara yönelik uyguladığı tarihsel ırkçı politikalarını hatırlatıyor. Aynı zamanda ülkenin etno-faşist eğilimlerini de acımasızca ifşa ediyor. PTA, devlet gücünün nasıl kolayca kötüye kullanılabildiğini; “güvenlik operasyonu” adı altında yürütülen askeri baskınlarla mültecilerin yaşadığı bölgelerin nasıl harabeye çevrildiğini göstermekten çekinmiyor…. Örneğin Lockjaw’ın kasabaya düzenlediği baskın, sıradan bir güvenlik tedbiri gibi sunulsa da, tam bu noktada film, otoritenin şiddeti nasıl meşrulaştırdığını masaya yatırıyor. PTA’nın keskin hicvi, Lockjaw’ı faşizmin somut bir simgesi olarak ironik bir sona, bir gaz odasına sürükler. Burada, tıpkı bir zamanlar Nazilerin gaz odalarında boğduğu milyonlarca masum gibi, kendi inşa ettiği zulmün kurbanı olur. Sistemin kendi zehrini içmeye mahkum olduğunu gösteren bu tarihsel intikam ânı, Paul Thomas Anderson’ın şimdiye kadarki en politik filmi konumuna taşıyan finali oluşturuyor.
Bilincin Değişen Katmanları ve Paul Thomas Anderson’ın Sinemasal Dili
Bana kalırsa filmin değerini yükselten en önemli özelliği, PTA’nın, karakterlerin değişen bilinç hallerini seyirciye deneyimletme ustalığında yatıyor. Hatırlayanlar olacaktır, yönetmen, Inherent Vice (2014) filminde baştan sona uyguladığı bu tekniği burada da sürdürüyor. Yani şunu demek istiyorum: uyuşturucu etkisindeki karakterin algıladığı dünyayı seyirciye de yaşatma tekniği…
Özellikle filmin ikinci yarısında Bob (Leonardo DiCaprio) karakterinin uyuşturucu kullandığını görürüz ve film, ciddiyetinden ödün vererek daha sarkastik bir üsluba bürünür. (Film, devrimci tavrından uzaklaşmıyor aslında, Bob’un karmaşık ve komik bilincinden faydalanarak seyir zevkindeki eğlenceyi artırıyor.) Bu tür yönetmen dokunuşları, kara – mizah, hiciv seven sinemacıların ustalık belgesidir. Bir başka deyişle şöyle anlatayım: anlatının kendisini dönüştüren, zamanı ve mekânı bulanıklaştıran sinemasal bir dehadan bahsediyorum ve Paul Thomas Anderson bu dehanın ta kendisi… Bahsettiğim bu anlatı biçimi, her yönetmenin yapabileceği bir şey değil. Bu teknik, filmin politik eleştirisini de güçlendiriyor: Amerika’nın kendi yarattığı kaotik atmosferi, adeta kolektif bir uyuşturucu deneyimi gibi hissettiriyor. Yönetmenin bu biçimsel yaklaşımı içerikle mükemmel bir uyum içinde oturuyor aslında. Paranoyak atmosfer, çarpık kamera açıları ve zaman atlayışları, otoriter rejimin yarattığı toplumsal şizofreniyi görünür kılıyor.
Ebeveynlik, Eğitim ve Direnişin Kuşaklar Arası Aktarımı
Filmde eski devrimci baba Bob’un, kızı Willa’yı (Chase Infiniti) okula yazdırırken duyduğu endişe sahnesini hatırlayalım. Bob’un geçmişteki mücadelesi ve idealleriyle çelişen bir korku yansıtılmış burada. Kendi devrimci mirasını kızına aktarırken, militarist eğilimlerin baskın olduğu bir eğitim sisteminin bu mirası çarpıtmasından çekiniyor elbette. Bu durumda, özellikle militarist ve milliyetçi eğilimleri fazla olan ülkelerde eğitimin, genç zihinleri devletin propaganda aygıtına dönüştürme potansiyelini sorguluyor film. Tarih, bu tür sistemlerde sıkça kahramanlık masallarıyla süslenip gerçek mücadelelerin gölgelendiği bir araç haline dönüştüğü için, bireysel direniş ruhunun, resmî ideolojinin katı kalıpları altında boğulma riskini artırıyor. Bob’un endişesi, çocuğunun savaşın ve baskının gerçek yüzünden ziyade, devlet tarafından şekillendirilmiş bir ezberi öğrenmesinden duyduğu korkudur aslında. Bu, eğitimde tarihsel gerçeğin yerini milliyetçi mitlerin almasının, nesiller boyu hakikat aktarımını nasıl sekteye uğratabileceğini güçlü bir şekilde ortaya koyan bir gerçek ne yazık ki… Aynı zamanda, Bob’un bu çelişkisi, devrimci bir geçmişin, otoriter bir geleceğe karşı nasıl savunmasız kalabileceğini de düşündürüyor. Çünkü Willa, devrimci bir babadan aldığı eğitimle, okuldan alacağı eğitim arasında kafa karışıklığı yaşayacaktır.

Filmin en çarpıcı seslerinden biri de, ebeveynlik üzerinden politik mücadeleyi kişiselleştirmesi oluyor. Filmde, Perfidia (Teyana Taylor) karakterinin karnındaki çocuğa rağmen silahla atış yaptığı bir sahne var. Bu sahnede direnişin nesiller boyu nasıl miras olarak aktarıldığının alt metni mevcut. Şöyle ki: o an, annenin savaşın gölgesinde bile mücadele ruhunu korumasını ve bu cesareti henüz doğmamış kızına devretmesini simgeliyor. Umudun, direncin zorlu koşullarda bile yeni nesillere aktarılan güçlü bir bağ olduğunu vurguluyor, ki böylece bireysel mücadele kolektif bir direnişe dönüşebilsin. Nihayetinde insan varsa, umut da vardır, umut varsa direniş de vardır, direniş varsa elbet devran dönecektir… Finalde anlarız ki, Willa da annesi gibi direnişi seçmiştir. Artık onun hayatı da, mücadeleyle anlam bulan bir yolculuğa dönüşecektir.
