* Burning’i izlerken türünün zirvesi Barton Fink’ten (1991) Hitchcock’un Vertigo’su (1958) ve Lady Vanishes’ına (1938), The Distinguished Citizen’dan (2016) After Hours’a (1985) kadar, en çok After Hours, birçok eser gözümün önüne gelse de salondan çıkarken zihnimde tek bir ifade belirdi: Ahlat Ağacı’nda Sinan’ın yazdığı kitap için kullandığı “oyuncaklı bir meta roman” tanımı. Burning, bir yandan sinemada örneklerini defalarca gördüğümüz “yaratma”, daha doğrusu yaratamama sancısının tezahürü öte yandan metin içinde metin, film içinde film diyebileceğimiz, oyuncaklı bir eser. Kendini aramak için çıktığı yolda izleyicinin kaybolmaması için bıraktığı ekmek kırıntıları ile metin içi ve metinlerarası kurduğu bağıntılarla izleyiciyi sürekli kışkırtması, karşısındaki kişiyi bir nevi kullanıcıya dönüştürerek aktifleştirmesi, kendini eksilterek çoğaltması hep o noktaya, Sinan’ın tanımına götürdü beni. Ne başladığı ne de vardığı yeri sevdim ama iki nokta arasında yol alırkenki hâline, varlıkla hiçlik arasında usulca salınışına, adı konursa uçup gidecekmiş gibi hissettiren belirsizliğine vuruldum. Yolda olmak bir yere varmaktan, bir öykü yazıyor olmak o öyküye bir son yazmaktan, belirsizlik kesinlikten, şüphe etmek inanmaktan evla olabilir, belki de bir filmi tanımak, sevmek için de sadece onunla yola çıkmak gerekiyordur, aynı durakta binmesek ve aynı yere gitmesek bile.
* Shoplifters, her şeyden önce zor bir film, ağzından kerpetenle laf almanız gerekiyor, eğer karşısında kalmaya tahammül edip içini dökmesini bekleyebilirseniz tabii. Ketumluğunun, içine kapanıklığının arkasında yer alan sebepleri yavaş yavaş ve utana sıkıla dökmeye başladığında ise derdiyle dertlenmeye, bir parçası olduğunuz toplum denen tuhaf ve korkutucu yapı adına suçluluk duymaya başlıyorsunuz. Altına dinamit yerleştirdiği aile kavramını havaya uçurmaktan ziyade anlamını genişleten, herhangi bir nedenle toplumda yer edinemeyen, kaçan, dışlanan, uyum sağlayamayan kimselere en az toplumun kendisi kadar garip bir aile bahşeden bu filmin karşısında güçlü kalmak için çelikten bir kalbe sahip olmak lazım. Hirokazu Koreeda ile ilk defa tanışan biri olarak da sonuçtan gayet memnunum, darısı diğer filmlerinin başına.
* Creed II, Baggio’nun kaçırdığı penaltıdan farksız, şartlar uygunken bir Rocky IV replikası üretmeyi tercih etmeseler John G. Avildsen’in eşsiz ilk filminin yanına bir altın halka daha eklenebilir, Rocky evreni kendi Revenge of the Sith’ine de sahip olabilirmiş. Nasıl ki tüm Rocky filmleri boyunca kahraman deplasmanda, evin güvenli duvarlarından uzakta olan müsabakaları kazanıyorsa, Creed II’nin de bildiği suların dışına, gerçekten kaybetme korkusunu hissedeceği yerlere gitmesi gerekirdi, perde kapanırken o sulara adım da atılıyor ama iş, işten geçmişti bile. Belki, bu filmin bıraktığı yerde başlayan ve babalarının hikâyesini televizyondan izlemiş gibi değil de o hikâyeyi yaşamış gibi davranan evlatların öyküsünü anlatan olası bir devam filmi gelirse bu kaçan penaltı bile anlam kazanabilir ama şimdilik pek mümkün görünmüyor, ne de olsa stüdyo için her zaman işleyen formül ışıldar.
* Yılmaz Erdoğan, Mahsun Kırmızıgül, Şahan Gökhakar, Demet Evgar, Ata Demirer, Elif Dağdeviren, Birol Güven, Burak Özçivit gibi sinema sektörünün her ayağında yer alan isimler, bir tarafa patlamış mısır diğer tarafa sansür mekanizması bahşeden sinema yasası Meclis’ten ivedilikle geçtiği için Erdoğan’a teşekkür ziyaretinde bulunmuşlar. Erdoğan da Meclis’ten geçen yasayı onların gözü önünde ve alkışlar eşliğinde imzalamış. Eğer bir film sahnesi olsaydı, abartılı ve gerçek dışı bulduğumuz için eleştirirdik, neyse ki yeni Türkiye bizlere hiçbir şeye şaşırmamayı öğretti. Eh, oyunun sonu, oyundan öncedir.