Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu ilk filminden (Birdman’den önceki filmi) Biutiful‘a gelene değin, aynı senaryo örgüsü içinden üç farklı filme imza attı. Ameros Perros, 21 Grams ve Babel yönetmene hem bir sinema dili kazandırdı hem de aldığı sayısız ödülle birlikte uluslararası tanınırlığı olan bir sinemacı haline getirdi. Bu benzer kurgular içinde neredeyse bütün orijinal fikirleri tükettikten sonra tekrara düşmek gibi bir sorunla karşılaşması muhtemel olan Iñárritu, bu filmlerde beraber çalıştığı senaristi Guillermo Arriaga ile ortaklığına son verdi.
Iñárritu’nun 2000’de çektiği ilk uzun metrajlı filmi Amores Perros, yönetmenin “Ölüm Üçlemesi”nin ilk filmi. Üç farklı hikayenin bir trafik kazasında kesiştiği film, bir ilk film olmasına rağmen müthiş etki uyandırmış, Oscar ve Altın Küre’ye aday gösterilmenin yanı sıra uluslararası bir çok saygın festivalde ödüller kazanmıştır. Guillermo Arriaga’nın senaryosu, Iñáritu’nun yaratıcı reji dokunuşları ile birlikte bir ilk film iken ustalık eserine dönüşür.
Meksika Ulusal Göç Enstitüsü her yıl sınırdan dört yüz bin küsur kişinin geçmeye çalıştığını ve bunlardan yaklaşık yüz elli bininin ABD’ye geçmeyi amaçladığını söylüyor. Bu veriler şöyle dursun, minik bir tarihsel yolculuğa çıkalım. Emiliano Zapata Meksika’nın güneyinde, Kasım 1911’de ‘yârin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber!’ dediğinde, kuzeyde, yoldaşı Pancho Villa’da eyvallah deyip,’ hep beraber sürebilmek için toprağı’ Meksika Devrimini başlattılar. ABD destekli hükümetin kumpası ile can verirken Zapata, düşlediği ‘Özgür Meksika’ bugün onun hayallerinin uzağında, uyuşturucu kartellerinin ve Amerikan Emperyalizminin sömürüsü altında. Filmin baş kişilerinden biri olan Octavio’da bu sömürüden payını alan milyonlarca Meksikalıdan. Kendi Amerikan Rüyasını gerçekleştirmek için elindeki tek silahı Cofi’yi, köpeğini hastaneye yetiştirmek isterken, kusursuz ölçüleriyle billboardları süsleyen Valeria ile birlikte aynı kavşakta rüyalarına veda ederlerken, bir zamanlar Zapata’nın rüyasını yaşayan El Chivo da Octavio ve Valeria’nın veda ettiği kavşaktan, pişmanlıklarına, çelişkilerine yanıtlar arayacaktır. Flash-forwardlar ve flashbacklerle hareketli bir kurgu içinde, yarattığı derinlikli karakterler ile, bugün artık sinemada bir ‘klişe’ haline gelen ‘kesişen hayatlar’ temasının en iyi işlendiği film olarak sinema tarihine geçmiştir.
Iñárritu 21 Grams’da, bir adamın geçmişiyle yaşadığı hesaplaşmaya ve ‘iyi bir insan olmak’ için verdiği çabaya, diğerinin ölüm döşeğindeyken yaşadığı travmalara, bir kadının iki çocuğunu ve kocasını kaybettiğinde yaşadığı acıya, düştüğü boşluğa ikna ediyor izleyiciyi. Söz konusu karakterlere hayat veren oyuncuların mesleklerini yaparken, sahip oldukları tüm yetenekleri kusursuz olarak icra ettiklerini söylemek bu film için doğruluğu tartışılmayacak yegane kritik.
Bir trafik kazasından yola çıkarak yine rastlantısal bir trajedi silsilesine şahit olduğumuz 21 Grams, “ölüm üçlemesinin” ikinci filmi. Odağına büyük ölçüde inanç olgusunu koyan film, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi üzerine soyut bir takım çıkarımlar yapmaya çalışıyor. Bütün meramını Benicio Del Toro’nun hayat verdiği Jack Jordan karakterinin “sebep” olduğu trafik kazası ve sonrasında karakterin yaşadığı çelişkilere dayandıran film, yine benzer rastlantıların başarılı bir şekilde sosyo-kültürel yapıyla iç içe geçtiği Ameros Perros’un gerisinde bir yapım olarak kalıyor. 21 Grams ele aldığı inanç meselesini basit bir pişmanlık gösterisi içinde siyahtan beyaza geçen davranışları gri bir alana taşıyamamanın sıkıntısını yaşıyor.
Ameros Perros’un ardından filmografisini 21 Gram ile ‘hafifleten’ Iñárritu, üçlemenin son filmi Babel ile ilk filmin ağırlığına ulaşamasa da kayda değer bir kapanışa imza atıyor. İlk iki filme göre hinterlandı geniş bir yapıma imza atan yönetmen, teknik olarak heybesini doldurmaya devam diyor.
Rastlantıların bu kez odağında Fas,Japonya ve Meksika triosunda yaşanan ve ufak dokunuşlarla birbirlerini tetikleyen bir dizi olayla karşı karşıyayız. Bir solo film olarak geliştirilip, derinleşecek bir yapıya sahip olan hikayenin Japonya bölümü filme biraz zorla eklemlenmiş gibi dursa da bütünlüğe zarar vermiyor. 21 Grams’da olduğu gibi ağır bir melodrama dönüşebilme tehlikesi olan film, özellikle Fas’ta geçen bölümün western dokusu sayesinde hikayeyi tehlikeli sulardan uzaklaştırıp soluk aldırıyor. Orta, üst sınıf batılılar (Amerikalılar, Avrupalılar vs.)
için bir safari gezisinden daha fazla bir şey ifade etmeyen topraklarda yaşadıkları her olumsuz durumu ‘medeniyet’, ’terörizm’ gibi kavramlar üzerinden kibirli bir dille açıklayan oryantalist bakışa vurgu yapan film bunun yanı sıra göçmenlik üzerine de önemli tahliller yapıyor.
Bolca övgü alan ilk üç filminden sonra senaryosunu kendisinin yazdığı Javier Bardem’li Biutiful ile birlikte yeni bir dil yakalamaya çalışan yönetmen, ün kazandığı filmlerin kredisiyle, bu filmdeki eksikliklerine rağmen vasatın üzerinde bir yönetmenlik becerisi sayesinde artık yeni bir sayfa açmıştı sinema kariyerinde.
Iñárritu kamerasını kartpostalların, takvimlerin, La Sagrada Familia’nın, Antoni Gaudi’nin Casa Milà’sının yani, güneşli, mavi, ‘Beatiful’ olan Barcelona’dan alıp, oranın arka sokaklarına, yoksulların, göçmenlerin yaşadığı karanlık dehlizlere, yani soğuk, mat, gri ‘Biutiful’ olan Barcelona’ya çeviriyor. Film, Avrupa’nın ortasında yaşana trajediyi Uxbal’ın adımlarını peşi sıra takip edip, önce Uxbal’a, sonra buna ‘seyirci’ olan herkese ayna tutuyor. Javier Bardem’in çok özel bir performans sergilediği ki, Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülüyle onurlandırıldığı filmi izlemeniz için minik bir tavsiyede bulunmak isterim. Biutiful’dan iki yıl önce vizyona giren Woody Allen filmi, ‘Vicky Cristina Barcelona’ filmini mutlaka izleyin. ‘Beatiful’dan ‘Biutiful’a geçişinizi daha iyi anlatabilecek bir kritik bulmazsınız. İki filmi ardı ardına izlemeniz kafi.
Biutiful‘dan dört yıl sonra çektiği uzun metraj çalışması Birdman, Iñárritu’nun Hollywood sularını kulaçladığı ilk filmiydi. Birdman’e değin sinema adına yaptığı her şeyi inkar eden bir filmle karşımızdaydı yönetmen, lakin bu sağlam bir inkardı. Bambaşka bir hikaye tekniği ve görüntü yönetiminden tutun da filmde kullanılan müziklere kadar kendi kariyeri içinde sıra dışı bir iş ile karşı karşıyaydı hem Iñárritu hem de seyirci.
Hollywood’a tam da bir Hollywood hikayesi ile giriş yapmıştı yönetmen. Eski parlak günlerinden sonra kariyerinde dibe vurmuş, bir pop kültür ikonu iken şöhretini yavaş yavaş kaybetmiş ama hem akıllardaki bu imajını yıkıp sanatsal değeri yüksek bir iş çıkarmaya çabalayan hem de içten içe eski şöhretini kazanmaya çalışan, bu sırada kendisiyle ve çevresiyle kavga eden, “egosuyla” baş etmeye çalışırken gittikçe şizofrenik bir hal alan ve bocalayan bir aktörün hikayesini beyaz perdeye taşıyan Iñárritu, artık değeri akademi tarafından da tasdik edilmiş bir sinemacıydı. Birdman “En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Senaryo ve En İyi Sinematografi” oscarlarıyla beraber, Altın Küre dahil uluslararası bir çok ödüle layık görüldü.
Iñárritu, 2014’ün Ekim ayında ABD de vizyona soktuğu Birdman or The Unexpected Virtue of Ignorance filminin ardından neredeyse bir yıl gibi kısa bir zaman içinde yeni filmi The Revenant’ı seyirci ile buluşturdu. Halihazırda bir çok eleştirmen birliğinden aldığı ödüllerin yanı sıra, Altın Küre ödüllerinden de “en iyi film, yönetmen ve erkek oyuncu” ödüllerinin sahibi oldu. The Revenant 88’nci Oscar ödüllerinde de “en iyi film” dahil olmak üzere on iki dalda adaylık kazandı. Iñárritu bir kez daha en iyi yönetmen oscarını alırken, Leonardo DiCaprio da sinema kariyerinin ilk oscarına kavuştu. Görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’de peş peşe üçüncü kez bu ödüle sahip oldu.
Iñárritu’nun altıncı uzun metraj filmi The Revenant, Michael Punke’ın The Revenant: A Novel Of Revenge kitabından uyarlandı. Filmin senaryosunda Iñárritu ile beraber Mark L. Smith’in imzası var. Macera, gerilim ve western türlerini içeren tarihi bir drama. Başrolünde Leonardo DiCaprio ve Tom Hardy yer alıyor. Domhnall Gleeson ve Will Poulter da filmin oyuncularından bazıları.
1820’lerin Amerika’sında hayvanları kürkleri için avlayan bir şirketin çalışanlarına, bölgeyi iyi bilen ve av konusunda uzman olan Hugh Glass (Leonardo DiCaprio) rehberlik etmektedir. Bir av sırasında Kızılderililer’in saldırısına uğrayan ekip, onlardan kaçarken ormanda bir ayının saldırısına uğrayan Hugh Glass’ı kendilerini yavaşlattığı gerekçesiyle beraberinde oğlu ve iki kişiyle beraber yalnız bırakmıştır. Ağır yaralı olan Hugh’un öleceğini düşünen John Fitzgerald (Tom Hardy) bir arbede sırasında Hugh Glass’ın oğlunu öldürür. Bütün bu olan biten Hugh’un gözleri önünde olmuştur, yaralı halde bir şey yapamayan, oğlunun intikamını almak için hayatta kalmaya çalışan Hugh’un “Diriliş” hikayesi de böylece başlamıştır.
Amerika’nın bağımsızlık bildirgesi Thomas Jefferson tarafından kaleme alınıp yayınlandığında tarih 4 Temmuz 1776’ydı. “Resmi tarihe” göre 1492’de keşfedilen bu kıta, bu tarihten önce de insanların yaşadığı bir coğrafyaydı elbette. Din savaşlarının ve Orta Çağ karanlığının gölgesindeki Avrupa, henüz bakir olan bu kıtaya koloniler halinde seferler düzenlemekte ve kıta üzerindeki her türlü zenginlikten pay alma yarışındaydı. Buradaki yerli halka karşı en ağır insanlık suçlarını işlemiş bu insanlar, burayı 1776’da ilan ettikleri bu bildiri ile yurt edinmişlerdi. Film bu karanlık dönemin izlerini canlı tutmakta, bu grupların kendi aralarındaki savaşa doğayı da büyüleyici ve bir o kadar acımasız gücü ile dahil etmekte.
The Revenant Fransızcada “kaybolup geri gelen kimse” demek. Hugh Glass’ın onlarca badireden sonra canını dişine takıp geri dönüşünü izlerken bir yandan da yavaş yavaş kaybolup bugün artık nostalji olmaya yüz tutmuş yerli kültürünün tarih sahnesinden zorbaca yok oluşuna tanıklık ediyoruz. “Hayatta kalabilme” arzusunu tetikleyen duygu Glass’ta intikam iken; aynı intikam duygusu yöreleri, kasabaları yağmalanan “yerlilerde” de gittikçe acımasız bir hal alıyor. Missouri ırmağı hem Hugh Glass’ın hem de Arikara yerlilerinin acılarına, öfkelerine ve mücadelesine tanıklık ediyor.
Sinema yapmaya Yılmaz Güney’in Yol filmini izleyerek karar veren Iñárritu, bu filme de saygı duruşunda bulunuyor. Tıpkı Yol filmindeki Seyit Ali gibi doğayla mücadele eden Hugh Glass, ikisinin de dondurucu kar ile mücadelesi ve atlarıyla kurdukları bağ, filme ayrı bir anlam yüklememiz için özel bir sebep.
Emmanuel Lubezki
Leonardo DiCaprio ve Tom Hardy belki de oyunculuk kariyerlerinin en zorlu serüveninde hikayenin gücüne güç katarak harikulade bir performans sergiliyorlar. Gravity ve Birdman ile son iki yıldır Akademi tarafından ödüllendirilen Meksikalı görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki, The Revenant’ta son iki performansının da üstünde bir başarı gösteriyor. The Revenant, çok iyi iki aktör ve dahiyane bir görüntü yönetmenine sahip olan Alejandro González Iñárritu filmografisinin en başarılı işi olarak sinema tarihindeki yerini alıyor.