Bir Başkaldırı Sineması: Blaxploitation Filmleri

Sinema, özdeşim sanatıdır; izleyici perdede gördüğü karakteri anlayabildiği, derdiyle dertlenebildiği kadarıyla filmle bağ kurar, karakterde kendinden parçalar buldukça filmi içselleştirir. İzleyici, özdeşim kurmak için karakterle aynı yerde, çağda hatta gezegende bile olmak zorunda değildir; 70 yaşındaki Çinli bir adamla, çocuğunu savaşta yitirmiş bir kadınla, işkence altında inleyen bir gençle, Galaksi’nin aydınlık tarafına hizmet eden bir Jedi ile özdeşim kurabiliriz, burada önemli olan duygudaşlıktır. Yine de bazı durumlarda duygudan ziyade “benzeşiklik”, özdeşime giden kısa yoldur; belli sınırlara hapsedilmiş, önüne sıfat getirmeden nitelendirilmeyen, hep aynı açıdan ele alınmış bir kitleye mensupsanız sizden birini, sizin bakış açınıza yakın şekilde görmek istersiniz. Bu konunun esas muhataplarından ve mağdurlarından olan siyahîler de kendinden olanları görebilmek için 70’li yıllarda kendi sinemalarını oluşturdular: Blaxploitation (Siyah Sömürü Sineması).

“Siyah” ve “istismar” kelimelerinin birleşiminden oluşturulan Blaxploitation, Amerika Birleşik Devletleri’nin Bağımsızlık Bildirgesinde yer alan haklardan sınırsızca yararlanan Avrupalı göçmenlerin aksine “efendilere kölelik etmesi” için zincire vurulmuş halde Yeni Kıta’ya getirilen Afro-Amerikan toplumunun özgürlük mücadelesinin önemli dönemeçlerinden olan Sivil Haklar Hareketinin 1970’li yıllardaki perdedeki destekleyicisi ve sahadaki mücadelenin tamamlayıcı unsuru olmuş, sadece özdeşimle açıklanamayacak kadar hacimli ve önemli bir türdür. Köleliğin resmi olarak kalkmasından sonra da “Jim Crow” yasalarıyla özgürlükleri engellenen, onca mücadeleye rağmen “ayrı ama eşit” statüsüne indirgenen ve “Güney çiftliklerinin şehir versiyonu” olan gettolarda yaşamaya mahkûm edilen siyahîlerin 1960 ve 70’li yıllarda perdedeki temsilleri, D.W. Griffith’in ırkçılık başyapıtı Birth of a Nation’daki (1915) kompozisyonlardan hallicedir. Merkez sinemada suçlu, kural tanımaz, vahşi tiplemeler dışında pek gösterilmeyen; uyuşturucu, fuhuş ve kumarla özdeşleştirilen siyahîlerin bu temsiline isyan niteliği taşıyan ve getto yaşamını sebep-sonuç bağlamında ele alan Blaxploitation filmleri; her aşamasında siyahî sanatçıların yer aldığı; funk, soul ve caz başta olmak üzere “siyahî müziklerinin” hikâyelere eşlik ettiği, kendi ekonomisini yaratmış ve kendinden sonrakilere yol açmış (Spike Lee önderliğinde 90’lı yıllarda ortaya çıkmış siyahî yeni dalgasının alt yapısını Blaxploitation filmleri oluşturmuştur), Tarantino gibi büyük yönetmenlerin sürekli atıfta bulunduğu ve beslendiği (TarantinoSpike Lee kavgaları bir nevi miras kavgasıdır) bu türü dikkate almadan Afro-Amerikan toplumunun yüzyıllara yayılmış mücadelesini ve yaşam biçimlerini idrak etmek pek mümkün değildir. Bu nedenle türe uzak olanlara kılavuz niteliği taşıyacağına inandığım önemli ve her biri birbirinden değerli eserlerden oluşan mini bir seçki hazırladım, sinemanın toplumsal yönünü ve azınlık hakları mücadelesinin katkısını görmek için buyurunuz.

Sweet Sweetback’s Baadasssss Song (1971)

Melvin Van Peebles’in müziğinden kurgusuna, yönetiminden başrolüne kadar her şeyini neredeyse tek başına üstlendiği tuhaf isimli Sweet Sweetback’s Baadasssss Song bütün blaxploitation filmlerinden farklı saykodelik bir çılgınlıktır. Cinsel performans sanatçısı olan ve cinsel gücünden ötürü daha küçük bir çocukken (!) Sweet Sweetback lakabını alan bir siyahînin, polis tarafından işkence gören “kardeşine” yardım etmesi sonrası Meksika sınırına doğru gerçekleştirdiği kaçışı çarpıcı kareler, birbirinden güzel sahneler ve beyin yakan bir kurguyla anlatan Peebles; açılışta “Starring The Black Community and Brer Soul” diyecek kadar net, kendisinin oynadığı Sweetback’in çocukluğunu canlandıran oğlunu biriyle uzun uzun seviştirecek kadar cesurdur! 150 bin dolarlık bütçesini yaklaşık yüze katlayarak hem blaxploitation filmlerinin önünü açan hem de bağımsız sinemanın ulaşabileceği kitlenin sanılanın çok daha ötesinde olduğunu ispatlayan Sweet Sweetback’s Baadasssss Song’a her açıdan şapka çıkartmaktan başka yol yok.

Shaft (1971)

James Bond, Star Trek ve Batman hayranı 5-6 yaşlarındaki David, kuzeni Sean’la birlikte, bir öğleden sonra, babasının Isaac Hayes (tıpkı Melvin Van Peebles gibi hem müzisyen hem de oyuncudur) imzalı Shaft filminin soundtrack albümünü bulur. İki afacan albüm kapağındaki heybetli Richard Roundtree’ye uzun uzun bakarlar, o zamana kadar hiç böyle bir şey görmemişlerdir: Televizyonda, filmlerde ve çizgi romanlarda gördükleri ve onlar gibi olmak istedikleri bütün kahramanlar beyazdır, ta ki John Shaft’a kadar… Steve Aldous’un The World of Shaft kitabının önsözünde o gün dünyasının ve hayata bakış açısının nasıl değiştiğini anlatan David F. Walker’ın bu anısı, genelde sinemanın özelde blaxploitation filmlerinin etki gücünü ve sinemanın sıradan bir çocuğa kendinden utanmaması gerektiğini nasıl öğrettiğini çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Sivil haklar hareketinin mobilize ettiği ve eşitlik için savaşmaya kararlı siyahîlere rol model olan John Shaft’ın toplum ve mekânla uyumunu Dashiell Hammet bile görse kıskanırdı, kendisi polisiye türünün de yüz aklarından olmayı başarmış biri ne de olsa.

Across 110th Street (1972)

Tür içinde özel bir yere sahip Across 110th Street, İtalyanlarla siyahîlerin karşı karşıya geldiği Harlem’in nasıl bir hâkimiyet mücadelesine sahne olduğunu gözler önüne seren, kuvvetli ve dokunaklı bir filmdir. Anthony Quinn’in ırkçı, pisliğe bulaşmış, yaşlı Kaptan Mattelli karakteriyle Yaphet Kotto’nun idealleri de kendisi gibi taze ve güçlü teğmen Pope karakterleri üzerinden işin yasal kısmını, Harlem’i dışarıdan yöneten İtalyanlar ve içeriden kabuğu kırmaya çalışan siyahîler aracılığıyla yasadışı ayağını düalist felsefeyle inşa eden Across 110th Street, dış dünyadan soyutlanmış gettolara girmekle çıkmanın imkansıza yakın olduğunu çarpıcı şekilde anlatıyor. Filmin başlarında Central Park’ı “siyahlarla beyazları ayıran doğal sınır” olarak addeden İtalyan mafya babasının sözlerinin izdüşümünü filmin her anında görmek mümkün, saf iyi ve kötünün olmadığını anlatan en güzel işlerden.

The Mack (1973)

Blaxploitation filmleri içerisinde zirve bir filme ayrılacaksa, bu kuşkusuz The Mack olacaktır. Ana akım anlatı kodlarını blaxploitation türüyle harmanlayan The Mack, pezevenklik müessesi içerisinde ağır ağır zirveye yükselen Goldie (Max Julien) üzerinden oldukça gerçekçi, ayakları yere basan ve ağırkanlı dünya çizer. Emsallerinde olmayan sakinliğe sahip olan The Mack’i özel kılan hususlardan biri de ırkçı ve sokaklara kusursuz uyum sağlamış polis Hank’e hayat veren Don Gordon ile Max Julien’in enfes performanslarıdır. Ne yaptığını bilen, girişten finale kadar her anında hikâyesine odaklanan ve “kötü şöhretin altını kazıyan” bu filmi pamuklara sarmak lazım, türünün bile çok ötesinde.

Black Caesar (1973)

Black Caesar, bir nevi siyahîlerin The Godfather’a cevap niteliği taşıyan Scarface’idir.  Tamamen beyaz cast’e sahip olan ve New York’ta geçmesine rağmen hakaret edilecek anlar dışında hiçbir şekilde siyahîlere yer vermeyen The Godfather’a “İtalyan müzikleri eşliğinde katledilen mafya” sahnesiyle karşılık veren Black Caesar, Harlem’den çıkıp New York’u kısa süreliğine de olsa tutan bir siyahînin yükseliş ve düşüş öyküsünü dinamik ve çarpıcı bir şekilde ele alır. Para ve güç; renk, ırk, din tanımıyor demenin Harlem’cesi de Black Caesar oluyor, galiba.

Foxy Brown (1974)

Efendim Blaxploitation sevdasına Tarantino tarafından itilmeyenler bile bilir ki Jackie Brown (1997), Foxy Brown’a bir saygı duruşu, gayri resmi bir devam filmidir. Live or Let Die (1973) ile James Bond evreniyle bile buluşan blaxploitation’u sinemasının ana yakıtlarından yapan, Jackie Brown’la yetinmeyip Django Unchained (2012) gibi bir blaxploitation-western çeken Tarantino’nun baş tacı ettiği Foxy Brown, her türlü övgüyü hak eden, Pam Grier’le özdeşleşmiş, harika bir “güçlü kadın” filmidir. Foxy isimli biyografi kitabında çocukken “kendilerini kabul edecek bir şehir içi otobüs için kızgın güneş altında saatlerce beklememenin veya diğer insanlar gibi dilediği restoranda yemek yiyebilmenin nasıl bir şey olduğunu hayal ettiğini” belirten birinin siyahî kadınlar için bir rol model olması sinemanın gerçek hayata attığı en güzel çalımlardan.

Coffy (1973)

Blaxploitation kraliçesi Pam Grier’in vigilante rolü üstlendiği Coffy, toplumsal adaletin ve kanunun olmadığı yerde kişisel intikamın zaruriyetini ortaya koyan, karanlık ve güçlü bir film olarak tür içerisinden özel bir yeri, hatta yine yönetmen Jack Hill ve Pam Grier ortaklığından doğan ve ikilinin en bilinen işi olan Foxy Brown’la eş tutulmayı hak ediyor. Siyahların ayakta ve temiz kalma çabasının içeriden ve dışarıdan nasıl baltalandığını gözler önüne seren Coffy’nin bir sahnede Türkiye’ye selam göndermesi, ülkemizin sadece kıtaları birbirine bağlama özelliğiyle değil, uyuşturucu trafiğine katkıda bulunan bir köprü olma yönüyle de nam yaptığını bir kez daha hatırlatıyor. Bir vigilante’ye en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde çare Coffy!

Truck Turner (1974)

“Ödül avcıları”, Vahşi Batı’nın pek sevdiği ve sinemanın da sık kullanılanlara eklediği kişilerdir; western dışında Star Wars’tan Blade Runner’a (1982), No Country for Old Men’den (2007) Bring Me Head of Alfredo Garcia’ya (1974) kadar farklı türden filmde para için suçluların peşine düşen kahramanlarla tanıştık ve bunları hiçbirisi siyahî değildi, ta ki Mack “Truck” Turner’a (Isaac Hayes) kadar. “Brother and sisters” söylemlerine hiç bulaşmadan suçluyu suçlu olduğu için avlayan Turner’ın bir süre sonra kendisinin ava dönüşmesini oldukça keyifli ve adrenalin yüklü şekilde anlatan Truck Turner, sinema tarihinin en iyi cenaze töreni sahnelerinden birine ev sahipliği yaptığı için bile takdiri hak ediyor. The Mack’ten (1973) aldığı bayrağı Steve McQueen’in The Hunter’ına (1980) uzatan, pezevenklik müessesesinin röntgenini çeken, kendilerine hitman diyen amatörlerin ipliğini pazara çıkan Truck Turner, tür içerisinde daha ön sıralarda yer almayı -kesin olarak- hak ediyor.

Coonskin (1975)

Blaxploitation filmleri salt siyah topluluğu bilinçlendirmek için çekilmiş eserlerden oluşmuyordu, edebiyatın ve sinemanın dikte ettiği karakter arketiplerine itiraz niteliği taşıyan tür filmleri bu akım içerisinde kendine geniş alan buldu: Blacula (1972), Blackenstein (1975), Dr. Black, Mr. Hyde (1976) gibi önemli fantastik eserler, Black Gestapo (1975) gibi Nazi istismar sinemasıyla akraba aksiyon filmleri, Black Shampoo (1976) gibi Hollywood’un kendi bağımsız filmlerini ters yüz eden işler ve Coonskin gibi siyahî yetişkin animasyon filmleri… Bahsettiğimiz filmlerin her biri asgari düzeyde çarpıcı ve çekici olmayı başarsa da –Blacula dâhil- hiç biri Coonskin’in seviyesinde değildi, -en azından benim için. Amerika’nın en önemli kültürel ihraçlarından Walt Disney’in meşhur karakterlerini deforme ederek yarattığı tiplemelerle Amerika’nın karanlık öykülerinden beslenen ve siyahîlerin yaşantısını gözler önüne seren Coonskin’in biçim ve içerik noktasındaki ilerici yaklaşımına bugün bile hayret etmek mümkün. Bir de entelektüel kapasitesine: Solunda John Wayne, sağında Elvis Presley, tam ortasında Richard Nixon’ın yer aldığı bir haçtan daha iyi Amerika özeti olabilir mi?

İzlenmesi gereken ve birçok açıdan bu eserlere eşdeğer diğer blaxploitation filmleri:

1- Super Fly (1972)

2- Blacula (1972)

3- The Legend of Nigger (1972)

4- Trick Baby (1972)

5- Trouble Man (1972)

6- Hell Up in Harlem (1973)

7- Ganja & Hess (1973)

8- Three the Hard Way (1974)

9- Black Belt Jones (1974)

10- Friday Foster (1975)

Diğer Yazılar: Tanju Baran
Bir Hikaye, İki Film, Tek Gerçek
Gabriel Garcia Marquez, “İlk öyküler kitabı Bestiario’yu okumuş, daha ikinci sayfasında, büyüyüp...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir