Harris Dickinson’ın ilk uzun metrajı Urchin, Londra’nın görünmeyen sokaklarında kaybolup giden Mike’ın, (Frank Dillane) hayatta kalma çabası ile kendi iç çöküşü arasında sıkışmış hikâyesini anlatıyor. Bağımlılıktan kurtulmaya çalışan, hosteller ve klinik randevuları arasında sürüklenen Mike, bir yandan topluma karışmak için çırpınırken diğer yandan zihninin spirallerine giderek daha çok karanlığa gömülüyor. Film, onun dünyasını dışarıdan büyük dramlarla değil; küçük parçalanmalarla, günlük yenilgilerle, iç sesin boğuk uğultusuyla kuruyor. Sokakların soğukluğu ile Mike’ın yaşamak için motivasyon aradığı bu hikâye, “yeniden başlamak mümkün mü?” sorusunu hem umutla hem umutsuzlukla soran bir şehir masalına dönüşüyor.
Harris Dickinson’ın Urchin’i, şehrin gürültüsünü içsel bir sessizlikle susturan filmlerden. O kadar içeriye eğiliyor ki, Londra’nın soğuğu değil, insanın kendi içine doğru esen rüzgâr üşütüyor seyirciyi. Mike’ın bedeninde biriken kir, suç, yalnızlık ve bağımlılık; suyun altına girdiğinde bile çözülmeyen bir tortuya dönüşüyor. Film, bir insanın çözülemeyen katmanlarını anlatırken, bunu en çok ve en iyi halüsinasyonlarında yapıyor: Gerçekliğin dikişleri orada atıyor, ruhun kıvrımları orada görünür hâle geliyor.
Mike’ın yalnızca duş aldığında gördüğümüz o DNA benzeri spiral ışık yalnızca bir görsel oyun değil; insanın kendi kaderine saplanmasını anlatan bir beden içi fısıltı. Su normalde arındırır. Su insanı başlangıcına çeker. Ama Urchin’de su, Mike’ın kirini yıkamıyor; aksine, kirin kaynağına giden yolu aydınlatıyor. Spiral, onun zihnindeki kırılmanın şekli. Birbirine dolanmış, birbirini boğan, iç içe geçmiş iki çizgi… Mike’ın hayatı gibi: Bir ilerleme yanılsaması ve hemen ardından aynı noktaya geri dönüş.

Spiral halüsinasyonlar, film boyunca büyüyüp genişleyen, seyircinin boğazına oturan bir imge. İlk başta göz kapağının arkasında titreyen bir ışık gibi; sonra tüm kadrajı ele geçiren bir iç girdap. Mike’ın hafızası, arzusu, kırılmış benliği hep bu spiral içinde dolaşıyor. Tünelin ucundaki ışık değil bu: Tünelin ta kendisi. İnsan gerçeğine göz kırpan bir karanlık. İnsan kendine döndükçe kayboluyor. Dickinson, bu halüsinatif anları bir kaçış olarak değil, bir yüzleşme olarak kuruyor. Mike’ın gördüğü, dışarıdan gelen bir görüntü değil. Bu, beynin kendi ihtiyaçlarını, kendi çığlığını görselleştirmesi. Bağımlılığın sinyal dili. Ruhun iç organı. Su bu görüntüyü ortaya çıkarıyor çünkü su, bedenin hafızasını uyandıran bir hatırlatıcı.
Film boyunca hayata yeniden başlama çabası filmin sonunda kapkaranlık bir umutsuzluğa dönüşüyor. İş arayıp, bol bol yıkanıp, arkadaş edinerek kendi küçük puzzleının kayıp parçalarını hayatına yerleştirmeye çalışan Mike yaşamın kocaman bir boşluk olduğunu ve tutunacak hiçbir şeyi olmadığını fark ediyor. Mike izleyiciye cenin pozisyonuna dönerek yeni bir başlangıca gücü olmadığını, hayatın onu sürekli kapkaranlık ana rahmine geri ittiğini söylüyor. Cenin pozisyonu, yeniden başlama isteğinden çok, yeniden başlayamamanın acısı. Cenin pozisyonu, insanın kendini en savunmasız ve korunmaya muhtaç hissettiği anlarda aldığı duruştur. Mike’ın kimsesizliğinin başlangıcı da sonu da ana rahmi…
Urchin, bir insanın çözüldüğünde nasıl daha çok dolaştığını; kırıldığında nasıl daha çok içe kıvrıldığını gösteren filmlerden. Halüsinatif sahneler, Mike’ın zihninin çürüyen kenarlarını değil, hiç iyileşmemiş merkezini açığa çıkarıyor. Spiral, hem zihnin hem hayatın biçimi. Film bittiğinde bile o kıvrım seyircinin gözünün arkasında kalıyor: İçimizde bir yer, hep aynı halka etrafında dönüyor. Mike’ın ruhu gibi. Mike’ın kaderi gibi. Bizim iç sarmalımız gibi.
