Semir Aslanyürek Röportajı

Yönetmen Semir Aslanyürek ile Antalya Film Festivali’nde karşılaştık ve kendisiyle röportaj yapmak istedik. O da bizi kırmadı. Klasik olacak ama bu röportaj için söylenebilecek en güzel söz röportajın dobra dobra olduğudur. Semir Aslanyürek sinemanın ve hayatın gerçeklerini içinden geldiği gibi anlatarak bizlere bulunmaz dersler verdi. Ekibimizden Furkan Aşkın’ın sorduğu her soruya samimiyetle cevap veren Semir Aslanyürek eğilip bükülmeden olanı olduğu gibi anlattı. Akıllarımıza yer eden ve yıllarca unutamayacağımız röportajla sizleri başbaşa bırakıyoruz.

Öncelikle festivali nasıl buldunuz sorusuyla başlayalım?

Ben festivali bulmadım, o beni buldu. Ama eğer siz festivali bulduysanız, o zaman festivale sorun beni nasıl bulduğunu…

Neden böyle düşünüyorsunuz? Daha doğrusu bu festivallerle alakalı genel bir söylem mi yoksa burası için mi söylenmiş bir söz?

Evet! Üç aşağı beş yukarı bütün festivaller için. Büyük Tolstoy der ki “Sanatın üç tane amansız düşmanı vardır. Birincisi sanat akademileri, ikincisi sergiler, yarışmalar, üçüncüsü de profesyonelliktir” Bilmem anlıyor musunuz? Bu söylemi sinemaya uyarlarsak şöyle olur:

Sinema okullarını, hele de Türkiye’deki yüz altmış küsur sinema okulunu göz önünde bulundurursak durum ortada. Yüz altmış adet sinema kuluçka makinesi. Maşallah! Bu kadar sinema okulu tüm Avrupa’da yok! Kısacası GDO! İkincisi festivaller. Sanat yapıtı vicdan demektir ve birinin vicdanının diğerinin vicdanıyla yarıştırılmasının sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Vicdan müsabakası yapılırsa vicdan yok olur! Ayrıca dünyadaki festivallerin ezici çoğunluğunun birer lobinin güdümünde olduğunu bilmeyen var mı? İddiam şudur ki, Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra ödüllerinin hepsinin veya bir kısmının şaibesiz olduğu bir tek festival kalmamıştır! Tabi az çok ağırlığı olan festivalleri kastediyorum. Üçüncüsü de ticari sinema, başka bir deyişle para. Bilirsiniz, bir işin içine para girince her şey paraya endeksli oluyor, yani cüzdan vicdan yerine geçiyor. Parayı veren düdüğü çalıyor vs. sonuç itibariyle para tehlikeli bir şey…

Ama şu an ki konjonktürde, sanatçının hayatını idame ettirmesi de gerekiyor. Böyle de bir gerçek var. Bunu nasıl göz ardı edebiliriz?

Evet, sanatçının hayatını idame ettirmesi lazım. Ama sadece sanatçının mı? Bana göre ideal bir toplumda, ideal bir sistemde sanatçının veya başkasının hayatını devam ettirmek için cambazlık yapması gerekmez. Tabi bu arada ideal bir sistemden bahsediyorum. İdeal bir demokrasiden bahsetmiyorum. Demokrasi insanoğlunun yeryüzünde yarattığı ikinci büyük yalandır. Devletin teşekkülünden yirminci yüzyılın ortalarına kadar insanlar din adına savaştılar. Üstelik onları savaştıran da dinsizlerdi. Yirminci yüzyılın ortalarından, yani İkinci Dünya Savaşından bu yana ise, insanlar demokrasi adına savaştılar. Savaştıranların da demokrasiyle alakalarının sadece demokrasiyi bir vesile olarak kullanmaktan ibaret olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? İnsanlığın bugüne kadar yaptığı katliamların tamamı ya din adınadır ya da demokrasi adınadır. Düşünün, Allah için milyonları öldürüyorsunuz. Oysa “can almak sadece can verene mahsustur”. Yahut insan hakları diye yola çıkıyorsunuz ve yolunuza çıkan bütün insanları katlediyorsunuz. Sonra bunun adına da demokrasi diyorsunuz…

Festivaller de ciddi anlamda böyle bir palavra içerisinde. Olanaklarım ne kadar el verir bilmiyorum ama bundan sonra zamanımın önemli bir kısmını uluslararası bir konferans düzenlemek için ayıracağım. Bu konferans festivallerle, daha doğrusu sinemanın üç amansız düşmanıyla ilgili olacak. Birinci konferans sanatın eğitimiyle, sanat dediğim zaman ben sinemayla ilgilendiğim için sinemayı kastediyorum. İkinci konferans yarışmalarla yani festivallerle ilgili olsun üçüncüsü de sinemanın ticari boyutuyla ilgili olsun.

Biraz önce ideal bir sistemden söz ettim. Demek istediğim sosyalist sistemde toplumun tamamının hayatı her anlamda garanti altındadır. Orada insanların kendi hayatlarını idame ettirmeleri için başkalarının boğazına basmaları gerekmez. Sosyalist toplumda herkes işini yapar ve eşit emeğe eşit ücret verilir. Peki, bizim toplumda din adamı nasıl yaşıyor. Muska mı yazıp satıyor? Cennette mekân mı pazarlıyor? Sonuçta devletten maaş alıyor değil mi? Sanatçı da din adamı gibi manevi dünyaya hizmet ediyorsa neden maaş almıyor? Sanatçı vicdan adamıdır. Dünya malını boşayan vicdan sahibi din adamlarını tenzih ederek söylüyorum, bütün dünyada ve dinler tarihi boyunca, üstelik hangi dine mensup olduklarına bakmadan din adamlarının çoğunun şarlatan olduğunu bilmeyen var mı acaba? Bir de şöyle düşünün, gerçek sanatçı hiç para almasa da sanatını yapar. Ölümü pahasına bile olsa yine sanatını yapar. Çünkü sanatını yapması onun varlık nedenidir. Öldürsen de, hapse atsan da yine sanatını yapar. Ama din adamlarına maaş verme bakalım kaç kişi din adamlığını sürdürür?

Bu peki çağın getirdiği bir sorun mu yoksa temelde olan bir sorun mu?

Bütün sorunların baş müsebbibi insandır. Yani bu, insanlığın getirdiği bir sorun. Yani bütün çağlarda bu var. Ama bir dakika! Peki, hangi çağ bu? Ne çağı?

Yani şu anda yaşadığımız çağ, illa bir rakam söylemek gerekirse 2000 sonrası diyebiliriz?

Peki, 2000 olduğunu nereden biliyoruz? İsa ne zaman doğdu? 2000 yıl önce mi? Kim biliyor ne zaman doğduğunu? Nasıl saptandı? 1 Ocak 0 tarihinde mi doğdu İsa? Hiç sanmıyorum, birileri uydurdu ve herkes inandı. İsa’nın doğumuyla ilgili kesin bir bilgi yoktur. Bütün bunlar bir delinin, bir spekülantın kuyuya attığı taştan ibaret. Şimdi de o taşı bütün insanlık çıkaramıyor. Tarih bilimsel temellere ve verilere dayandırıldığı zaman işe yarar. Bana göre tekerleğin icadı bir dönüm noktası, yani bir tarihin başlangıcı olabilir. Bir doğal afet de… İsa’dan önce zaman nasıl hesaplanıyordu peki? Ben zamanla ilgili üç yıl düşündüm, felsefe yapmaya çalıştım. Sonra hayatım felç oldu, pek bir sonuca varamadan bıraktım.

Peki, felsefeyi şu an ki yaşamda nerede görüyorsunuz?

Felsefe yaşamın kendisidir. İnsanların ezici çoğunluğu dünyaya gelir, yaşayacakları kadar yaşar ve hayatı boyunca on dakika bile düşünmeden ölür. Oysa insanın düşünebilmesi lazım. Ben bugün ne yapsam acaba, ne yesem şeklindeki düşünceden bahsetmiyorum. Bu düşünce değil zaten basit bir mantık önermesidir. Düşünmek için materyal olmalı, yöntem olmalı ve bir sistem dâhilinde düşünmeli. Başka türlü felsefe olmaz, düşünce üretilemez.

Konuşmayı zaten festivalle açtım. Gündemde olan bir konu var burada yani Antalya’da ulusal yarışma kalktı. Yorumunuz nedir buna?

Bence çok isabetli olmuş. Sadece ulusal değil, uluslararası tüm yarışmaların iptal edilmesi lazım. Çünkü festivaller bütün dünyada çok şaibeli oldu. Bana kalsa dünyadaki bütün festivallerin yeniden sorgulanması ve ciddi düzeltmeler yapıldıktan sonra düzenlenmesi gerekir. Sinema festivallerinin maddi, manevi ve ideolojik anlamda yeniden dizayn edilmeleri olağanüstü öneme sahiptir. Bugün belirli bir lobinin güdümünde olmayan hatırı sayılır bir tek festival yoktur! Birçok festivalde ödülün kime verileceği çok önceden belirlenebiliyor. Ödülün çok önceden kime verileceği belirlenmişse diğer filmleri zerzevat yapmasınlar lütfen. Benim, senin, onun filmini festivale alıp yarıştıracaklar ama altı ay önceden belirlenmiş filme verecekler.

Kimi filmlerin ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, bazı festivallere katılmaları mümkün değildir. Bir de şöyle düşünün. Uluslararası bir festival düzenleniyor ve dünyadan neredeyse on, on beş bin film müracaat ediyor. Peki, bu filmler nasıl seçiliyor? Bu kadar filmi kim seçiyor ve neye göre belirliyor? Bilmem anlatabiliyor muyum? Bunları geçelim. Zamanımızda bir filmin ödül alabilmesinin en önemli kriteri deli saçması, anlaşılmaz ve hiçbir şey anlatmıyor olmasıdır. Büyük harflerle yazın bunu; FESTİVALLERDE EŞEKLİĞE ÖVGÜLER DÜZÜLÜYOR! Birilerinin bunu görmesi ve haykırması gerekir artık…

Bakınız geçenlerde bir yerde okudum. Bir bayan “yarışmalarda bir sürü hikâyeyi, romanı okumadan ödüller verdik” şeklinde itirafta bulunmuş. Kimse kusura bakmasın! Biraz önce dediğim gibi, çok küçük istisnalar dışında bugün dünyanın bütün festivalleri belirli lobilerin elindedir. Bugün dünyanın en iyi filmini yapmış ol, eğer adamın yoksa Cannes film Festivali’ne giremezsin. Giremiyorsam öyle festivale tüküreyim. O zaman festivale sadece şu kesimden sinemacılar katılabilir, şeklinde bir madde koysunlar olsun bitsin.

Bakın tarihte kendiliğinden olan şeyler var. Biz istesek de istemesek de güneş doğacak. Bana sorarsanız böyle gelmişse böyle devam etmeyecek. Dünya çok ciddi değişimlere gebe anlayacağınız… Şimdilik bu festivalin ulusal yarışmasının kalkması, bazı festivallerin stop etmesi, dedikodular vs. bunlar kaosa atılmış birer adımdır. Kaostan sonra düzen gelir. Bence dünyadaki bütün festivallerin (ve daha birçok şeyin) ciddi bir şekilde sorgulanması ve yeniden tasarlanması gerekir. Öncelikle sanat yapıtları yarıştırılamazlar! Sanat vicdandır! 90 – 60 – 90 kuralına uygun bir güzellik yarışması değil! Kaldı ki, güzellik yarışmaları da insanlığın en saçma eylemlerinden biridir. En güzeli nasıl seçiyorlar? Seçenler güzelliğin ne olduğunu biliyorlar mı acaba?

Böyle dedikodular sürekli çıkıyor. Gerçeklik payı nedir?

Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. Eğer bir yerden bir tek dedikodu bile çıkıyorsa o zaman orada durup bunu insanlara açıklamaları gerekir. Bir zamanlar bizzat bazı şeylere tanık olmuştum…

Bunları burada açıklayabilirsiniz?

Hayır açıklamayacağım. İsimler söylemek istemiyorum. Bir gün benim önümde bir festivalden önce festivali örgütleyenler tarafından bir buçuk ay önce filanca filmin ödül alacağı söylendi ve o film ödül aldı. Bu bir tesadüf değildi. Oysa ödül alan film benim nazarımda film bile değildi. Ben bu olaya benim filmlerim festivale kabul edilmedi babından bakmıyorum. Ben zaten ödüllük bir şey yapmadım. Bunu açık yüreklilikle söylüyorum. Ben de olsam hiçbir filmime ödül vermezdim. Ama ödül alanlara da ödül vermezdim. Film olmayan filmler ödül aldı. Bunların hangi filmler olduklarını biraz vicdanı olan insanlar bilir.

Merak ettik ama şu anda.

Merak mı ettiniz? Ödül alan filmlerin tamamı o zaman. İnsanlar ödülleri artık başarısızlığın bir kıstası olarak görmeye başladı arkadaş! Bir iki yıl önce arkadaşım anlatmıştı.  Yeni çektiği filmiyle festivale katılmasını önermişler. Sağ olun, demiş. Kazara bir ödül alırsak kimse izlemez, vizyona dahi sokamayız demiş… Gerçekten de ödül alan filmin gişe şansı olmuyor. İnsanlar bu sanat filmidir, boş ver diyorlar… Böyle diyorlar mı, demiyorlar mı?

Diyorlar. Burada güzel bir noktaya parmak bastık. Özellikle Türkiye’de seyirci kitlesinde böyle bir korku var. Sanat filmi, popcorn film gibi ayrımlar var.

Evet, ne yazık ki öyle… Fakat bu türden kategoriler üretmek iyi bir şey değildir. Gişe kaygısından başka hiçbir kaygısı olmayan filmler var. Recep İvedik mesela… Bunu da açıkça söylüyorlar. Biz sanat yapmıyoruz, ticaret yapıyoruz. Biz sirk hokkabazlığı yapıyoruz ve çok da para kazanıyoruz diyorlar. O filmin yönetmeni Bilgi Üniversitesi’nde öğrencimdi. Pırlanta gibi çocuktu, o sıralar kısa metrajlı bir film yapmıştı ve çok beğenmiştik. Sonra abisiyle gidip bir takım filmler yaptılar ve para kazandılar. Buna da saygı duyuyorum. Bunlara bir şey demiyorum bu bir tercih meselesi…

Buna pek karşı değilim ama “Tarkovski hastalığına” karşıyım. Tarkovski’yi taklit edenlere daha çok uyuz oluyorum. Tarkovski’yi taklit etmekle Tarkovski olunmayacağını bilmiyorlar mı acaba? Ne var ki, bir dönem Tarkovski gibi uzun planlar çekmek işe yaramış ve ödüller getirmişti kimilerine. Sanırım o zamanlar jürilere de bulaşmıştı “Tarkovski Hastalığı”… Oysa bülbül kendi sesiyle öttüğü zaman güzeldir… Bir örnek vereyim: Van Gogh’un bir tablosuna ne kadar paha biçildiğini bilmeyen yoktur! Ama onun bir tablosunu birebir kopyalayın, kaça satarsınız?

Şimdi de, düne kadar Suriye’nin haritada yerini gösteremeyen, Suriye’nin hangi kıtada olduğunu, orada kimlerin yaşadığını, nasıl bir ülke olduğunu, yani Suriye ile ilgili düne kadar hiçbir şey bilmeyen sinemacılar sürüsü Suriye filmi yapmaya soyundu. Gündemde 65 tane Suriye filmi var beyler! Bu furya ne peki? Sanat mı bu şimdi? Vicdan mı, sanatçı hassasiyeti mi? Suriye’ye çok mu önem veriyorlar? Çok mu seviyorlar? Mesele nedir yahu? Bu spekülasyon ve duygu ve durum ve iyi niyet sömürüsü değil de nedir Allah aşkına? Şimdi Suriye filmi yapma yarışına (vicdan yarışına) giren bu sinemacılar, yedi yıldan beri Suriye’de adı konmamış bir katliam yapılırken biri çıkıp “Kimin tarafından yapılırsa yapılsın, ben bu ülkede yapılan insan kıyımını kınıyorum” diyen oldu mu? Şahsen iki satırlık bir kınama bildirisi yayınlamak için iki üç kez Film-Yön Derneğini uyarmıştım ama ne olumlu ne olumsuz bir tık çıkmamıştı.

Mesala açlık grevi yapan iki akademisyen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı ele alalım… Bu iki vatandaş mağdur olduklarını iddia edip açlık grevine gittiler. Gerisini biliyorsunuz. Yarın bu iki vatandaş ölürse (Allah etmesin) bakın kaç kişi filmlerini yapmak için yarışacak…

Maalesef toplumumuzda kayıtsızlık had safhada.

İnsanoğlu böyledir, insan zavallıdır. Oysa hep “halkın dediği olur” derler. Halkın dediği falan olmaz ve hiçbir zaman da olmayacak. Halkın bir istediği yok! Veya ne istediğini bilmiyor! Bilse de halktan üç kişi bir araya gelip anlaşamaz. Dolayısıyla tüm insanlığın yeniden dizayn edilmesi gerekiyor dersen buna katılırım. Tabi bu dizaynı halk yapmayacak, demokrasi yapmayacak! Yapamaz da… Bunu ancak vicdan sahibi olan bilim adamları, toplum mühendisleri yapacak.

Bakın dönüp dolaştık yine demokrasiye geldik. Örneğin meclis seçimi yapıyoruz. Ben üniversite profesörüyüm. Birkaç tane yabancı dil bilirim, bir sürü ülke gezdim. Hayat tecrübem var, edebiyat klasiklerinin neredeyse hepsini okumuşum. Felsefeye de epey merakım var vs. Hatta meclisteki milletvekillerinin yarısından fazla entelektüel olduğumu iddia edebilirim. Şimdi söyleyin lütfen. Benim oyumla, okuma yazma bilmeyen annemin oyu eşit mi olmalı? Annem meclis nedir, ne işe yarar, ne yapar bilmez! Annem hiçbir partinin adını telaffuz etmeyi beceremez. Hiçbir başbakanın adını da bilmez. Peki, benim elini ayağını öptüğüm annem nasıl benimle eşit oy hakkına sahip olacak? Biri bana demokrasinin ne olduğunu söyleyebilir mi? Neredeyse son yüzyıldır en büyük katliamların demokrasi adına yapıldığını bilmeyen var mı?

Şimdi biraz daha sanatın içeresine girelim o zaman. Heykeltıraşlık yaptınız uzun bir dönem. Bu sinemanızı ne yönde etkiledi. Ya da etkiledi mi?

Etkilemedi. Teori olarak farklı şeyler bunlar. Keşke sinemaya bulaşmasaydım hep heykeltıraş olarak kalsaydım.

Bu düşünceye ne itiyor sizi?

Neden çünkü sinema paraya göbek bağıyla bağlı, paran olmadan yapamıyorsun. Biraz şans işi biraz para işi, biraz kandırma biraz spekülasyon biraz bilmem ne… Ne zaman ben bir filmi tek başıma hiç kimseye muhtaç olmadan yapıp bitireceğim o zaman gerçek sinema yapmış olurum. Ama bu mümkün değil. Bunun için de büyük paralara ihtiyacım var. İşin içine para girince parayı veren beni yönetmeye kalkıyor. Kısaca olmuyor. O nedenle daha özgün bir sanat olan heykeli ben kutsuyorum. Bir de yazmayı, yani edebiyatı.

Şimdi roman yazmaya başladım. Film yapamayacağım bir sürü şeyi yazarak insanlara ulaştıracağım. Artık hiç çekinmeden büyük Dostoyevski’nin öğrencisi olduğumu söyleyebilirim. Aynı dönemde yaşamadık. Ama o benim hocam. Onunla çok buluştum, çok dersini dinledim. Bunu nasıl anlarsanız anlayın. O benim hocamdır ve ben onun kemiklerini sızlatmayacağım. Buna inancım çok kuvvetlidir.

Peki, bu roman çalışmanız ne durumda?

Siriada’yı, yani Suriye Destanı’nı 1983’te yazımaya başlamıştım. Tabi o zaman sinema olarak düşünmüştüm. Sonra çok masraflı olacağı için sinema versiyonundan vazgeçtim. Ama şimdi teknoloji o kadar ilerledi ki Babil kentini yeniden inşa etmek gerekmiyor. O nedenle şu anda sinema olarak çekmek de mümkün. Ne var ki, Rus ustam yıllar önce bana sakın bunu roman olarak yayınlamadan önce filme alma demişti. Hatta 50 yaşından önce de yazma demişti. Bende onun tavsiyesine uyarak bu romanı on senedir yazmaya çalışıyorum. Fakat meşguliyet ve fırsat bulamamaktan üçte birini ancak yazabildim. Otuz yıl önce yazmaya başladığımda şu an Ortadoğu’da cereyan eden kaosu anlatıyordum. Keşke zamanında yazdıklarımı tescil ettirseymişim…

Sinemadan ve para faktöründen konuştuk. Peki, içerisine bu kadar çok paranın enjekte olduğu bir sanat ne kadar değerlidir size göre?

Sinemada kuşkusuz bir sanattır. Ama diğer hiçbir sanatla uzaktan yakından alakası yoktur kategori olarak bu birincisi. Yakında bunu kitabımda açıklayacağım uzun uzun… Para meselesini ilk başta konuşmuştuk. İnsanlar cami, kilise, havra vs. yapıyorsa, sinema salonu, tiyatro salonu vs. de yapmalı. Din adamlarına maaş veriyorsa, sanatçıya da vermeli… Diyanet bütçesiyle sanat bütçesini karşılaştırabilir misiniz? Oysa karşılaştırabilmek lazım…

Peki sinema için diğer sanat dallarından beslenir diyebilir miyiz?

Hayattan beslenir. Bütün sanatların kökeni hayatın kendisidir ve insandır. İnsansız sanat olmaz. Sinema da öyledir ve bütün sanatlardan farklıdır. Ama sinemayı para yönetmeye başladığında sinema sanat olmaktan çıkar. Bakın, sanat vicdan işidir. Para ile vicdanı hiçbir zaman aynı kulvarda görmemiz mümkün değil. Bunlar taban tabana, cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak şeyler. Sanatların en temizi, üretimi için en az paraya ihtiyaç duyulanı sanatlardır. Mesela yazarlık. Paraya ihtiyaç duymadan yazabilirsin. Çizebilirsin.

Burada da problem var sanki? Kitabınızı yayınlayamadıktan sonra…

O hiç önemli değil. Sen güzel şeyler yaz bak bir yerden çıkar yayınlanır. Bir sürü kitabı başka biri bulmuştur yayınlamıştır. Tarihte bunun defalarca örnekleri vardır. O dediğin hiç önemli değil.

Mesela bu konuya Ernest Hemingway’ın da ben öldükten sonra eserlerimin yaşamına devam etmesi çok umurumda değil tarzında bir söylemi vardı. Hatta birçok sanatçı tarafından da buna benzer söylemler vardır.

Hemingway şöyle diyor. Ödül bazen çok erken gelir. Erken gelen ödül sanatçıyı yok eder. Bazen de ödül çok geç gelir bu da sanatçıyı zalim yapar, yani kin tutmasına sebep olur. Onun için ödül tam zamanında gelmeli. Fakat ödül bazen sanatçının ölümünden sonra gelir. O da sanatçının ipinde değildir der. Ben buna katılmıyorum. İlk üç şeye katılıyorum. Birincisi en büyük ödül sanatçının sanatını yapabiliyor olmasıdır. Üretebilmesi en büyük ödüldür. Ödül nedir Allah aşkına alkışlamak mı? Gerçek sanatçılar hiçbir zaman alkışlanmazlar. Gerçek sanatçılar dövülürler, kakılırlar, hapse atılırlar, tehdit edilirler, öldürülürler.

Biraz önce ideal toplumdan söz etmiştik yani sosyalist toplumdan. Orada paranın rolü o kadar büyük değil. Çünkü sen bir şekilde aldığın maaşla geçiniyorsun, yaşamını idame ettiriyorsun. Bu durumda vicdanen sanat yapıyorsun. Orada da senin bu vicdanına karışacak faktörler var tabi ki… Ama bunlar paranın yanında solda sıfır kalır. Mesela öğrencilik yıllarında benim de rahatsız olduğum bu tarz şeyler vardı. Mesela, senin filminde pornografik öğeler var diyorlar. Hâlbuki uzaktan yakından alakası yok. Yakın planda bir kızın dudaklarını yalamasını öyle yorumluyorlar. Bu cinsel istismara girer, kes bunu diyorlar. Demek istediğim sosyalistler bizim dincilerden daha fazla ahlakçı oluyorlar. Ben de ahlakçıyım mesela…

Bu çok ciddi bir söylem değil mi ama?

Evet, ciddi bir söylem. Bunun için ahlakçıyım. Bir filmde biri çırılçıplak görünüyorsa bu ahlaksızlık değil bence. İnsan bir şey giymezse ne yazar… Benim için ahlaksızlık nedir biliyor musunuz? Birinin hakkını yersen, iftira atarsan, yalan söylersen, kardeşi kardeşe kışkırtıp birbirine kırdırırsan, bu ahlaksızlıktır.

Böyle örneklerle gidiyoruz. Burada da Kieslowski’nin bir filminden söz var. Birini yargılamak ona neyin doğru olduğunu söylemek en büyük namussuzluktur diyor.  

Kieslowski burada kendisini anlatıyor sanki? Filmlerine bakalım önce nasıl bir vicdan var. Hele de Fransa’ya transfer olduktan sonra… Yani batılı olduktan sonra… Batı’dan tarih boyunca hiçbir iyilik çıkmamıştır ne yazık ki… Batı edebiyatını bir inceleyin. Kahramanları bile kötüdür! Tabi şimdi çok duygusallaşmış durumdayım, öyle konuşuyorum.  Yani bütün Batı’yı linç etmeye de gerek yok.

Hep paradan ve üretimden söz ediyoruz. Yaklaşık on beş sene önce, Beyoğlu Sineması’nın fuayesinde bütün yönetmenlerin birer portre fotoğrafı asılmıştı. Her yönetmen fotoğrafının altına bir cümlesini yazmıştı. Nuri Bilge Ceylan oraya parantez içerisinde üç nokta koymuştu. Susmuştu yani. Çünkü bir şey söylememek daha güçlüdür. Susmayı becermek çok önemli bir şeydir. O çok akıllı biri olduğu için susmuştu. Bakın şu ana kadar onun sesinin çıktığını duymazsınız. Susabilsek kuşkusuz daha güçlü olabileceğiz, bir şeyi protesto etmemiz gerekirse daha güçlü protesto edebiliriz. Sanat ve üretimden söz ediyoruz. İçi pis bir havuz düşünün. Siz bu havuza atlayacaksınız. Yüzeceksiniz yarışlara katılacaksınız ve diyeceksiniz ki, ben kirlenmedim. Hepimiz kirlendik, hepimiz bu yarışın içerisindeyiz. Kimimiz biraz su yutmuş o havuzdan içi de kirlenmiştir.

Peki, festivali protesto konusuna ne diyorsunuz?

Eninde sonunda bana bunu soracaksın. Görüşümü en başta söylemiştim. Gerçekten isabetli olmuş. Bizim Türkiye’de en azından bütün festivalleri geçici bir süre için durdurmak lazım. Birincisi yarışma olmamalı. İkincisi ulusal yarışma yapılacaksa o yarışmanın jürisi yabancı olmalı. Moskova’da mezuniyet projemizi değerlendirmek için dışarıdan bir jüri oluşturulurdu. Okulumuzun hiçbir hocası o sınava giremezdi. Çünkü hocalarımız bizi tanırdı ve bir şekilde kayırabilirlerdi. İltimaslı bir yarışma yarışma değildir.

Öğrencilik yıllarımda Moskova film festivaline defalarca katılmışımdır. O zamanlar, jüriler Bergman, Kurosawa, Fellini, Godard gibi isimlerden oluşurdu. Ben o festivallerin hiçbirinin jürisinde bir mankene, bir belediye başkanının eşine, bir politikacıya, hatta bir basın mensubuna rastlamadım. Burada, daha 18 yaşında ilk filmini oynamış ve umut veren genç oyuncu ödülünü almış bir çocuğu sen jüri yap. Bu çocuk bir filmi nasıl değerlendirebilir? Diğer jüri üyeleri ne derse “evet” demeyecek mi?

Festival yapılacaksa yarışma olmamalı. Ödül vereceksen herkese ver. Yaptıklarından dolayı emektar ödülü verebilirsin. Ama para ödülü… Örneğin eskiden 400 bin tl veriliyordu. Bunu birine vereceğine hakkaniyetli bir şekilde tüm filmlere dağıt. Çünkü birisi gerçekten çok kötü birisi de çok muazzam bir şey değil ki. Aralarında uçurumlar yok. Hem neye göre karar veriyorlar. İnsanlar dürüst olmalı, öncelikle kendilerine karşı dürüst olmalı. Kendine karşı dürüst olan başkalarına karşı da dürüst olmak zorunda kalır.

Bu kadar çok eleştiri getirdiğiniz bir ortama neden katıldınız?

Neden mi? Az önce buna cevap vermiştim. Hepimiz içi pis bir havuza atladık. Kimse kimseden çok daha iyi veya çok daha kötü değil bu havuzda… Benim filmim, benim çocuğum hastanede şimdi. Ona çare arıyorum. Çocuğunu tedavi etmek için fahişelik yapan anneye ne demeli?

Diğer Yazılar: FikriSinema
Börü Animasyonu Merakla Bekleniyor
Adını eski Türkçe’de kurt anlamına gelen “Börü” isminden alan animasyon dizisi henüz...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir