SAVAŞIN GÖLGESİNDE “ŞİŞLİ” BİR KURBAN
Polonya deyince insanın aklına savaş, katliam, acı, vahşet, yokluk gibi insanı devlet, siyaset, bilim, ideoloji gibi kavramlara yabancılaştıran, dahası bu kavramlardan tiksinmesine yol açan pek çok olgu geliyor. Dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi gözü yaşlı bir tarihe sahip Polonya sinemasında da insanın tüylerini ürperten en acı sahneleri görmeye alışığız. Özellikle İkinci Dünya Savaşının yol açtığı travma ve yıkım, ülke sinemasının ana temalarından biri. Andrzej Wajda, Pawel Pawlikovski, Roman Polanski gibi yönetmenler savaşın en derin şiddetini bazen kişisel öykülerle, bazen toplumsal travmalar eşliğinde sahneye koyuyor. Çünkü yakın geçmişte ve bizim dışımızda kaldığı düşünülen bu acı gerçekler, Gece ve Sis filminde dile getirildiği üzere her an ensemizde kol geziyor. Onlar ne uzakta ne de bizim dışımızda. O gün Polonya gibi ülkelerin üzerini örten bulutların, bir an için bizim üzerimizi örtmeyeceğinin bir garantisi yok. Konuya Polonya ile girmemin sebebi, yönetmenin İsveç doğumlu olması ve Polonya’da çoğumuzun bildiği Lodz Film Okulunda eğitim alarak, zamanının çoğunu Polonya’da geçirmiş olması.
Bu kısa girişin ardından anlayacağımız üzere bu konumuz savaş: Birinci Dünya Savaşı. Mekan, Danimarka. Her ne kadar tarafsız olsa da İngiltere ve Almanya’nın arasında kalan bir bölge olarak savaşın etkilerini sosyo-ekonomik anlamda yaşayan bir ülke. Türkçe’ye Şişli Kız olarak çevrilen Pigen med nålen filmi 1. Dünya Savaşı sonrasında , yoksullukla mücadele eden Karoline adlı genç bir kadının hikayesine odaklanıyor. Ve Danimarka, savaş mağduru askerlerin varyete şovlarda, savaşın kendi bedenleri üzerinde yol açtığı tahribatı sergileyerek geçimlerini sağladıkları bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Öte yandan Karoline gibi pek çok fabrika işçisi kadın, yoklukla mücadele içinde dul maaşına sığınıyor. Ancak Karoline, kocasının ölümü ispatlanmadığı için bu maaşı da alamıyor. Zengin patronu tarafından hamile bırakılan ve daha sonra annesi onaylamadığı için terk edilen Karoline’ fabrikadan da kovuluyor. Üstelik bu kez iki kişi olarak. Karnındaki bebekten kurtulmak isteyen genç kadın, hamamda eline aldığı bir şişle çocuğu düşürmeye çalışırken, istenmeyen çocukları, koruyucu ailelere evlatlık veren bir kadınla tanışıyor. Ve bebeğini bu kadına vermeye karar veriyor. İşte filmin adı da Karoline’in öldürmek istediği bebek için rahmine sapladığı şişten geliyor.
Önceki filmi Sweat, sosyal medyaya dair önemli bir hiciv niteliğinde olsa da açık konuşmak gerekirse gerek stilistik gerekse dramatik açıdan o kadar etkileyici bir film değildi. Yönetmenle Şişli Kız sayesinde tanışan herhangi bir izleyici Sweat’in onun filmi olduğuna inanmayacaktır. Şaşırtıcı derece farklı bir sinematografiyle karşımıza çıkıyor yönetmen bu filminde. Bu arada başladığı andan itibaren kamera açıları ve kadrajı sebebiyle Pawlikowski’nin Ida filmini, konu ve işleyiş olarak da Beanpole filmini anmadan edemedim ki Beanpole, son yıllarda en çok etkilendiğim bir başka savaş ve kadın temalı film.
Şişli Kız’a dönersek, genç bir kadının yoksullukla mücadelesinin izinde insanlık, etik, ahlak, yoksulluk, ataerki gibi kavramları sorguluyor Magnus von Horn. Savaşın gölgesinde bir seri katil ve kurban ilişkisinin bilinçsiz bir ortaklığa nasıl dönüştüğünü izliyoruz. Film, Danimarka’nın en kötü şöhretli seri katillerinden biri olan Dagmar Overbye’ın gerçek hikâyesinden esinleniyor. Overbye, 1913-1920 yılları arasında yaklaşık 25 çocuğun ölümüne sebep olan bir kadın. İstenmeyen çocukları, para karşılığında iyi ve eğitimli ailelere vereceğini söyleyen kadın, onları öldürüyor. Filmde de giderek yoksullaşan Karoline, bu kadına sığınıyor, tüm gerçeklerden habersiz biçimde. Bu süreçte birbirlerinin en büyük destekçisi haline geliyorlar.
Bu gerçek ve kişisel öyküden yola çıkarak ülkenin savaş sonrası sosyo-ekonomik durumunu aktarmaya çalışıyor yönetmen. “Dagmar’ın cesetlerden ve bebeklerden nasıl kurtulduğunu anlatma şekli, kimsenin nehirde yüzen veya çöp kutusuna atılan bir şeyle ilgilenmediğini gösteriyor” diyor bir röportajında yönetmen. Bebek cesetlerinin kanallara atıldığı, kayıp insanların, faili meçhul cinayetlerin hiç sorgulanmadığı, sokaklarda fütursuzca seks yapıldığı, savaş mağdurlarıyla bira içerek alay edildiği ve onlara “ucube” muamelesinin yapıldığı karanlık bir şehir olarak tasvir ediliyor Danimarka. Bu haliyle, estetik olarak Alman dışavurum etkisini de gördüğümüzü söylemek mümkün özellikle filmin açılış ve kapanış sahnesinde ters ışıkla çekilmiş deneysel diyebileceğimiz suretlerde. Alman dışavurumculuk da savaş sonrası Almanya’nın, hükümetin “her şey kontrol altında” diye kandırdığı insanları, uyandırmak için ortaya çıkan estetik ve politik bir akımdı.
Şehrin, adaletin, ekonominin ve işleyişin yozlaştığı algısını mekânsal olarak da yansıtıyor yönetmen. Karoline’in tutmak zorunda kaldığı dairelerin harabeliği, sokakların kırık dökük, pis hali, anlayışsız, kaba ve zorba ev sahipleri, gücü yetmediği için şehrin dışına itilmiş zayıf halkalar…Karoline o kadar yoksul ki bebeğini verdiği için kendini kötü hissettiğine şahit bile olmuyoruz. Hayatına, bir şekilde devam ediyor, daha doğrusu yaşamaya çalışıyor. Bebeğin doğumunu bir şişle sonlandırmak istiyor evet ama dünyaya geldiğinde yaşayamayacağının farkında. Kendisi yaşayamazken bu bebek zaten yaşayamayacaktır. Bebeğin, gtünümüzde dünyanın her yerinde olduğu gibi şehrin en ucube yerlerinde yaşayan bir “öteki” gibi ötekileşirilzmesinin önüne geçiyor. Karoline, hem bir kadın hem de yoksul bir kadın olarak ki kez ötekileştiriliyor zaten toplum tarafından. Başta da âşık olduğu adamın annesi tarafından. Bu anlamda filmin sadece bir yoksulluk anlatısı olmaktan ziyade bir kadın anlatısı da olduğunu söyleyebiliriz.
Bu arada öteki ya da cümlenin başında “ucube” demişken, Karoline’in savaşta öldüğü sanılan kocası da bu toplumun başka bir ötekisi. Birinci Dünya Savaşı’nın vahşetini bedeninde taşıyan, yüzü tanınmaz hale geldiği için insanlar korkmasın diye maske takan bir asker. Halbuki maske takması gereken o değil, çünkü bozulan tek şey adamın bedeni değil. Bozulan şey bütün bir toplum, insanlar, devlet, ülke, dünya. Bu nedenle prolog sahnesinde gördüğümüz birbiri içine karışan ve bozulan yüzler aslında herkesi temsil ediyor. Filmde tek bir suçlu olmadığı kesin. Dagmar’a onu kötüleyen bir yerden bakmıyor film ancak yine de kadının bebekleri o denli bir soğukkanlılıkla öldürme biçimi insanın kanını donduruyor. Rahatlıkla “rahatsız edici” bir film olduğunu söyleyebiliriz.
Eh, insanları rahatsız etmek için ille de body-horror yapmaya gerek olmadığını da gösteriyor böylece (taşlama )
Filmde olumsuz eleştirebileceğim tek şey, öykü ilerledikçe bir seri katille, yoksul bir kadının yolunun nasıl kesiştiği fikrinin merkezde olduğu olay örgüsünde, bu katilin geçmiş ve motivasyonlarının eksik bırakılması. Mahkeme sahnesinde az da olsa bu konuda bir bilgilendirme mevcut ki belki de yönetmen o sahneye gelene kadar gerilimi ve tiksintiyi üzerimizde bırakmak için böyle bir tercih yapmıştır. Ancak yine de o karakterin biraz daha deinlikli işlenebileceği fikri de geliyor insanın aklına. Bunun dışında monokrom olarak çekilen film, hem görüntüleri, seçmiş olduğu sıkışık kadrajları, hem de kullandığı rahatsız edici sesler açısından konuya uygun şekilde kasvetli bir savaş sonrası Danimarka portresi çiziyor.