Puslu Manzaralar

“Önce kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti yalnızlık. Kelimenin bittiği yerde başladı; kelime söylenemeden önce. Kelimeler, yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık, kelime ile birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, yalnızlığı anlattı ve yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve kelimeler insanın aklına geldikçe yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.”

Alexandros ve Voula. Kaybolmuşlardı yalnızlığın içinde. Edebilecekleri birkaç kelime vardı lakin kelimeler bile yetmedi yalnızlıklarını dindirmeye. Onların kelimeleri hiçbir zaman ulaşamamıştı babalarına. Neredeydi baba? Nerede o özlenen, istenen. Ya da… Kimdi baba? Belki de arzulanan, ulaşılmak istenen baba, Tanrıydı. Tüm o mücadele, tüm zorluklar Tanrıya ulaşmak içindi. Peki neredeydi baba? Bergman’ın Nattvardsgästerna’sında İsa’nın hikayesinden bir farkı var mıydı Alexandros ve Voula’nın yaşadıklarının; “Güvenecek birine ihtiyaç duyarken yalnız bırakılmak… Bu çok acı verici olmalı. Ama daha da kötüsü var. İsa, çarmıha gerildiğinde ve işkence altındayken ”Tanrım, Tanrım!” diye bağırıyordu. ”Neden beni terkettin?” Bağırabildiği kadar yüksek sesle.”

Alexandros da ağlıyordu, karlar içinde ölümün perdesini aralayan at için. Karlar içinde bir umut daha soluyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu… Onları babaya, Tanrıya ulaştırması gereken at ölüyordu. Umutlar ölüyordu. Alexandros ağlıyordu. İşte o zaman Tanrı onları terketmişti belki de. Tıpkı İsa’yı terkettiği gibi. Ama hayat devam ediyor çocuklar. Bir can yitip giderken başka canlar eğlenebiliyor. Ümit kesilir mi yarı yolda çocuklar?

Peki ya sen Voula. Bu arayışta Tanrıyı ararken kendini bulmadın mı? Kendi öz benliğindi bulduğun değil mi çocuk? Bu yolda kendi kanından utandığın da oldu. Kendini bulmak için feda ettiklerin kolay değildi çocuk. Fakat en naifliğiyle aşkı, sevgiyi de keşfettin en derinlerinde değil mi? İşte o zaman kendini tanıdın. Orestisdi sana tüm bu duyguları tattıran ve içinde keşfettiğin naif aşkın tanımı da ondaydı;

“Her zaman böyledir, ilk kez hep böyle olur, kalp çok hızlı atar ve insan titremeye başlar. her zaman böyle olur… insan ölmek ister.”

Orestis… kimsesiz bir uçurtmaydı, oradan oraya savrulan. Çocukların aksine o yolunu kaybetmişti. Nereye gideceğini bilmiyordu. Fakat istemese de askere gitmesi gerekiyordu. Gene de bir işaret bekliyordu. En ufak bir işaret. Hani demiş ya Bergman, “hayatıma bir anlam kat, senin en sadık kölen olayım.” diye, Orestis’inki de o mesele. Dalgın bir şekilde denizden çıkan o görkemli ele bakıyordu. Tanrının eli olabilir miydi, bir heykelden geriye kalan o devasa el. Bir işaret bekliyordu Orestis. O elin hayatına anlam katacağını düşünüyordu. Fakat Tanrının Elinin işaret parmağı kırılmıştı. Bu kez Tanrının eli en doğru yolu gösteren değildi. Ne manidardır ki bir askeri helikopter geldi eli denizden çıkarmaya. Orestis için bu sonun başlangıcıydı değil mi?

Peki çocuklar, ya umut? Sislerle kaplanmış yolunuz aydınlanacak mı? Merak etmeyin çocuklar. Tüm sisler kalktıktan sonra onu bulacaksınız. Bastığınız, gördüğünüz her yer umutla dolacak merak etmeyin. Bulacaksınız babayı, Tanrıyı, HAYAT AĞACINI.

Bu güzel üç insanı anlatan puslu bir şiir yazmış Theo Angelopoulos. Görüntülerle anlattığı şiiri hem acıklı hem de umut dolu. Biraz dinden, en çok da Antik Yunan’dan almış alacağını. Birçok anlamı, insanı insan yapan birçok şeyi o puslu görüntülerle kadrajına sığdırmış. Bazen zamanı durdurmuş. Yere düşen her bir kar tanesi ile hayat dediğimiz şeyin anlamsızlığını haykırmış. Hem acelesi olan hem de yitip giden zamanla ilgilenmeyen karakterlerle birlikte puslu yollara koyulmuş. Bir yere giderek aslında hiçbir yere gitmeyen karakterler ile. Aydınlığı da ihmal etmemiş koca yürekli adam. Ne güzel işler yapmış Angelopoulos. Ne güzel şiirler yazmış görüntülerle. Hiç yalnız olur mu aydınlığa çıkan bu puslu yolda. Her daim yanında olmuş bir Eleni’si var onunda. İyi ki var. İyi ki Eleni’nin Adagio’su, By the Sea’si duydu bu kulaklar. Teşekkürler güzel çocuklar, Orestis, Theo teşekkürler. Teşekkürler Eleni. Beni bu filmle buluşturan Harper Mel, teşekkürler.

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Manıfesto
Alman yönetmen Julian Rosefeldt’in ilk uzun metrajlı filmi olan Manifesto, çeşitli yaşam...
Devamını Okuyun
Join the Conversation