Suzan Avcı ve Murathan Mungan söyleşisinden alıntılar
35. İstanbul Film Festivali kapsamında yapılan ‘Festival Sohbetleri’nde Murathan Mungan ve Suzan Avcı sinemayı konuştular. 13 yaşında sinemaya atılmak, ‘artist’ olmak için 3 saat yol yürümüş, var olmak uğruna kaybolmayı göze almış bir kız çocuğunun yetişkin bir kadın oyuncu olma hikâyesi birçok açıdan tanıdık birçok açıdan da şaşırtıcıydı. Söyleşi çok katmanlı olarak çokça açıdan değerlendirilebilir ancak kadınlık ve gerçeklik açısından ilgi çekici kısımları vurgulamanın aydınlatıcı olabileceğini düşünüyorum.
Murathan Mungan’ın söylemiyle ‘taşranın 50’li 60’lı yıllardaki İstanbul’a açılan penceresi’ sinema, bilinmeyeni bilme, kendimizden olmayanı görme açısından bizlere pek çok veri sunmaktaydı, sunmaktadır. Dış dünya ile olan bağlantının (iletişim bağlantılarının, uyarıcıların, telefonların, vs.) bugüne kıyasla neredeyse hiç olmadığı bir düzende, bembeyaz bir perdenin üzerine ‘yansıtılan’ öteki insanları izlemek, sadece dış dünyayla bir bağlantıyı değil, tüm kavramların (kadınlık ve erkeklik başta olmak üzere) daha önce fark edilmeyen ve bu kadar göz önünde sergilenmeyen anlamlarını sorgulamayı da birlikte getirmiştir. Somut olarak ‘iç’imize giydiğimiz iç çamaşırlarıyla perdede duran bir kadının giyinik olana yaptığı kötülüklerin, dolayısıyla ‘kötü’ kadın olmasının fark edilmesidir. Psişeye dair bir ‘fark etme’ tanımlarsak, iç dünyamızdaki iyi ve kötünün kocaman bir perdede iki farklı kişi olarak yansıtıldığının fark edilmesidir. Suzan Avcı, o yıllarda Yeşilçam Sinemasında ‘kötü’ kadınların, dolayısıyla kendisinin de sıkça giydiği ‘batı’dan gelen (yabancıdan gelen) ‘babydoll’lerden ve hissettiği duygulardan bu bağlamda bahsediyor.
‘Kötü kadın’ sembolünün perdedeki yansıması, aynı zamanda birçok sınırın da zorlanabilirliğinin testi… Murathan Mungan, sinemaya uygulanan sansürden bahsederken, Suzan Avcı bir anısını anlatıyor. Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı ‘İki Gemi Yanyana’ adlı filmde, Sevda Nur adlı oyuncunun yanağından değil dudağından öpmesi teklif edildiğinde yaşadığı duygulardan, öfkelenişinden ama aynı zamanda karşı çıkmayıp rolünü oynadığından bahsediyor. Atıf Yılmaz’ın bunu neden yaptırdığı bilemiyorum fakat kadın-erkek ilişkisinde cinselliğini yaşayan kadının beyazperdede kötü olarak aktarılmasıyla birlikte kadın kadına bir cinselliğin de ancak bu kötü kadından gelebileceği sanki gözler önüne seriliyor. Ve ilk sansürünü alıyor Suzan Avcı. Film Beyoğlu Sinemasında iki kez gösterildikten sonra vizyondan kaldırılıyor. İnsan, ancak ‘ahlaksız ve kötü’ kadın imajının altında eşcinsel yönelimli bir sahneleme olduğuna mı yoksa böyle bir sahnenin gösterilişi sansürlendi diye mi öfkelensin bilemiyor…
Bizden olmayan, ötede olan kavramının sinemada anlatılması üzerine konuşulduğunda, sadece davranışlarla anlatılan kötünün üstüne bir de fiziksel görünüşle hemen fark edilen kötülük geliyor. Suzan Avcı ‘sarışın’ olma hikâyesini, bir günde değişen ilgiyi anlatıyor. Türkiye’nin o yıllardaki sosyolojik durumu düşünüldüğünde giderek baskının daha da arttığı bir rejimin başta olduğu (şimdi ne kadar da farklı demeyi çok isterdim ama maalesef), halkevlerinin ve köy enstitülerinin kapandığı, taşranın bireyselliğinin yok edildiği ve zaten sonrasında askeri darbe ile insan haklarının ve tercihlerin hiçe sayıldığı bir dönem geliyor aklımıza. Özellikle bu dönemde Yeşilçam’ın senaryolarının, karakterlerinin olağanca duygusallığıyla çok basitçe gözler önüne yansıtılması, benliğin sınırları içinde tutulamayan karmakarışık duyguların dışarıya püskürtülmesine, içerde taşanı dışarıda görmeye de olanak sağlıyor. Sarışınlık konusuna geri dönersek, sarışın olarak ilgiyi toplayan Suzan Avcı, aynı zamanda ‘yabancı, hafif meşrep ve kötü’ olanı da sarı saçlarının arkasına gizliyor. Benzer zamanlarda, Türkan Şoray ‘Çalınan Aşk’ adlı filmde ikiz kardeşleri oynuyor. Sarışın olan kötü huylu, esmer olansa iyi huylu bir karakter olarak sahneleniyor. Bu durumda, özellikle Suzan Avcı, hem ulaşılamayan ve ilgi uyandıran yabancı hem de sırf bu yüzden haset duyulan ve yok edilmek isteyen yabancıya dönüşüyor. Yabancı olan kadına sözle ya da davranışla tacizde bulunup, kız kardeşine ya da eşine bulunanlara küfür eden adamlar topluluğunun gözünde de bu yabancılığıyla saldırılabilecek bir arzu nesnesi konumuna geliyor. Suzan Avcı ‘meşhur’ olmasının ardından kendisine birçok teklif geldiğini, çoğu erkeği bazı tekliflerinden dolayı dövdüğünü, kendini böyle koruyabildiğini anlatıyor.
Sinemada izlediğimiz film, izleyenin bilinçdışı aktarımlarını körüklediği, ötekine aktarılanın tasdik edilmesini sağladığı kadar yönetmenin ve senaristin de bilinçdışını izleyenlerle paylaşabilmesine olanak sağlayan bir kurgudur aslında. Böyle düşünürsek, film izlemek sanki bir rüya görmek gibidir. Etkisinde kaldığımız, sonrasındaki ilk birkaç dakika ya da bazen birkaç saat gündelik hayata dönmekte zorlandığımız film sonrası zamanlar olmuştur elbet. Tıpkı, etkileyici bir rüyanın sonrasında adapte olmakta zorlandığımız, gerçekle hayali olanı karıştırdığımız zamanlar gibi… Toplumsal görülen bir rüya olarak Yeşilçam Sinemasını düşünürsek, sahnelenen karakterlerin gündelik yaşamdaki bireyselliğinin göz ardı edildiği, bunun sadece bir rol olduğu ‘gerçeğinin’ yok sayıldığı zamanları hatırlarız, hatta halen yaşanmakta olduğunu fark ederiz. Suzan Avcı, Türkan Şoray ile gittikleri kadınlar matinesindeki bir film arasında seyircilerle karşılaşma esnasında yaşadıklarını, kadınların kendisini görüp kızdıklarını, Türkan Şoray’a ise ‘Hiç mi aklın yok senin kızım bununla dolaşıyorsun’ dediklerini gülerek anlatıyor. Bu hatıra belki daha naif kalıyor ama günümüzde yöneten sahnesinde oynayanların gerçeklik dışı, bilinçdışı arzularının tutsağı olduğumuz, sahnelenenin gerçekliğini gündelik hayatın ve toplumun gerçekliği gibi sanmaya zorlandığımız bir ülkede bu örnek daha bir anlamlı duruyor.
Suzan Avcı en iyi ‘kötü kadın’ olarak sinema onur ödülüne layık görüldü. Ben onu dinlerken, Türkiye’de tek başına başarılı ve cinselliğini yaşayabilen, duygularını paylaşabilen, bireysel hakları konusunda ısrar edip hakkını arayabilen bir kadın olabilmenin ne kadar zor olduğunu duydum. Yansıtılanın gerçek sayıldığı bir toplumda, çoğu insanın içsel dünyalarını araştırmadığı bir düzende bırakın kadın olmayı var olabilmenin ne kadar zor olduğunu düşündüm. Suzan Avcı, bu anlamda örnek olarak birçok kavramın içini dolduran bir hikâye anlattı bana. Tek çıkışın, ‘kötü ötekiler’den kurtularak olamayacağını, arınmanın kötülükleri başkasına atfederek yapılamayacağını fark ettiğimiz bir dünya dileğiyle…