CHANTAL AKERMAN RETROSPEKTİFİ 30 OCAK-07 NİSAN TARİHLERİ ARASINDA SİNEMATEK’TE!

İngiliz sinema dergisi Sight and Sound her on yılda bir, tüm dünyadan film eleştirmenlerinin katıldığı bir oylama düzenler ve Tüm Zamanların En İyi 100 Filmi listesini yayımlar. 1952’den beri her oylamada, film eleştirmenlerinden,  tüm zamanların en iyi 10 filmi listelerini istiyorlar ve sonuçta bu listelerde en fazla adı geçen film en iyi film seçiliyor.

2022’de yapılan son oylama, 70 yılın sonuçlarını altüst eden sürpriz bir zaferle sonuçlandı: Chantal Akerman’ın Jeanne Dielman, 23 quai du Commerce, 1080 Bruxelles” filmi en iyi film seçildi. Yıllardır, kadın yönetmenlerin tamamen göz ardı edildiği çoğu oylamada olduğu gibi bu oylamada da daha önce hiçbir kadının yönettiği bir filmin, ilk 10 listesine bile girdiği olmamıştı.

Bilet satın almak için: https://mobilet.com/tr/parent-event-detail/26/?utm_source=substack&utm_medium=email

Her zaman bir şekilde önyargılı ve taraflı olan “en iyiler” listeleri hakkında ne düşündüğümüzü bir kenara bırakalım, yine de bu son eleştirmen oylamasında Akerman’ın Jeanne Dielman’ının listenin standart kazananlarının önüne geçmeyi başarması olağanüstü. Bundan önceki 2012 oylamasında, art arda dört kez listenin tartışmasız şampiyonu olan Yurttaş Kane’in (Citizen Kane, Orson Welles, 1941) yerini alan Hitchcock’un Vertigo’su (1958) en iyi film seçilmişti. Bu listede Hollywood filmlerinin, tıpkı erkek yönetmenlerin filmleri gibi, tarihsel olarak ezici bir üstünlüğü var ve tabii Avrupalı ve Amerikalı yönetmenler hâlâ listenin merkezinde yer almaya devam ediyor. Sight and Sound, görüş aldığı eleştirmen havuzunun çok kısıtlı olduğu yönündeki eleştirileri dikkate alarak 2022 oylamasında sahayı önemli ölçüde genişletti ve böylece ezici fikir birliği bir anda değişti.

Sonuçlar açıklanır açıklanmaz itirazlar yükseldi: Kim bu yönetmen? Adını bile duymadık! Film izlenmeye başladıktan sonra bazıları daha da öfkelendi. Çünkü Jeanne Dielman “kolay izlenen bir film” asla değil. Eğer eleştirmenler en hoş ya da en heyecanlı film için oy veriyor olsaydı kazanan başka bir film olur da mutlaka. Ama bu özel unvanı alan film sinema tarihinde bir etki yaratmış olmalı, kısacası bu filmin sinemaya bakışımızı değiştiren bir başyapıt olması gerekiyor ve Akerman’ın 25 yaş hassasiyetiyle çektiği tartışmasız başyapıtı Jeanne Dielman tam da böyle bir film.

Eşsiz bir feminist sinema akademisyeni olan Laura Mulvey, 2022 oylamasına dair heyecan dolu yazısında, filmle 1975’teki ilk karşılaşmasını şöyle anlatır: “Nasıl bir zamanlar Yurttaş Kane’in bir öncesi ve sonrası varsa Jeanne Dielman’ın da bir öncesi ve sonrası olduğunu hissettim.”(1) Ondan önce ve muhtemelen ondan beri, ataerkil toplumda kadınların durumunu böylesine cesur ve tavizsizce göstermenin böylesine estetik bir yolunu bulan bir film olmadı, üstelik Akerman bunu tepeden bakmadan ya da basite indirgemeden yapmıştı. Üç saat yirmi bir dakika süren film gerçek zamanlı çekilmiştir ve sinemada normalde dikkate alınmayan ev içindeki günlük ritüelleri, tekrarlanan işleri, yani Akerman üzerine çalışan akademisyenlerin tanımıyla “kadının zamanı”nı (2) filmin ana aksiyonu haline getirir. Filmin üçte ikilik ilk bölümünün yapısı öyle büyük bir titizlikle düzenlenmiştir ki üçte birlik son bölümde bu düzen bozulduğunda sıkı bir gerilim filmi izlemiş gibi hissedersiniz; o gerilim filmini de içten dışa ya da sondan başa izlemişsinizdir âdeta.

Akerman 25 yaşında (tüm zamanların en önemli filmi değilse de) hayatının en önemli filmini yapmış olabileceğini anlamış mıydı, kim bilir; ancak kurgu, belgesel, deneysel ve (daha) ana akım olmak üzere sahiden harika başka birçok film yapmaya devam etti. Erkek olsaydı Godard kadar şöhretli ve sevilen bir yönetmen olacağını sık sık düşünürdü ama (Holokost’tan sağ kurtulan bir ailenin Yahudi çocuğu ve lezbiyen olması bir yana) kadın olması ne kadar özgün ve çığır açıcı filmler yaparsa yapsın hep ikincil bir konuma itilecek olması anlamına geliyordu. “Kadın yönetmen”, “Yahudi yönetmen” ya da“queer yönetmen” gibi azınlık sıfatlarıyla sınıflandırılmaya sonuna kadar karşı çıktı; kendini bu sıfatlarla tanımlamadığından değil, filmlerinin, kolayca göz ardı edilebilecek karanlık bir köşede gettolaştırılmadan, diğer tüm filmlerle karşılaştırılarak değerlendirilmesi gerektiğine inandığı için.

Oda (La Chambre, 1972)

Akerman’ın son derece üretken olduğu bir dönem olan 1970’lerde New York Üçlemesi de geldi: Oda (La Chambre, 1972), Otel Monterey (Hôtel Monterey, 1972)ve Evden Haberler (News from Home, 1976). Belçika doğumlu sinemacı 1971 yılında New York’a taşınmıştı ve Jeanne Dielman’dan hemen sonra, geri dönmek üzere, kısa süre orada yaşadı. O sırada zaten New York’ta yaşayan ve yakında görüntü yönetmeni olacak arkadaşı Babette Mangolte, genç ve etkileyici Akerman’ı avangart film çevresinden Michael Snow, Yvonne Rainer, Jonas Mekas ve Marcel Hanoun gibi sanatçılarla tanıştırdı. Burası onun gayriresmî sinema okulu oldu; burada geleneksel sinemanın kurallarından ziyade sinemanın, o sinemayı yapan kişi kadar dışavurumcu ve kendine özgü olabileceğini; ayrıca kamerayı yavaş, amaçlı ve minimalist kullanmanın izleyiciye görüntünün anlamını çözmede daha etkin bir rol verebileceğini ve böylece sadece zamanını ve dikkatini çalmak yerine onu anlam yaratma sürecine dahil edebileceğini öğrendi. Hiçbir filminde izleyicinin film boyunca kendinden geçmesini istemediğini, bunun yerine zamanın geçişinin farkında olmasını ve böylece sürecin canlı bir parçası olarak kalmasını istediğini sık sık söylerdi.

Anna’nın Buluşmaları (Les rendez-vous d’Anna, 1978)

Yavaş tempolu, zorlayıcı fakat doyurucu bu sinema yaklaşımı, deneysel filmlerinin yanı sıra uzun metrajlı diğer filmlerinde de kendini gösterdi ve o otel odasından bu otel odasına, son filmiyle festivalleri dolaşan genç bir sinemacıyı konu alan, Jeanne Dielman’dan sonraki otobiyografik filmi Anna’nın Buluşmaları (Les rendez-vous d’Anna, 1978) ve ardından cafcaflı ancak kesinlikle mütevazı Golden Eighties (1986) ile devam etti. Bu programda yer almayan Nuit et jour (Gece ve Gündüz, 1991) ve Un divan à New York (1996) gibi, ki bu film onun pek başarılı olmayan tek Hollywood girişimiydi, başka romantik komediler de yaptı. 80’lerde yaptığı filmlerin çoğu (90’lardan bazı kurmaca filmlerini de dahil edebilirim) ana akım janrlara ilgisini açıkça ortaya koyuyordu, ancak yine tamamen kendi meşrebince. Başarının reçetesi bu değildi belli ki, çünkü bu şekilde ne popüler sinema seyircisini ne de kendi tutkulu deneysel feminist film klanını memnun edebildi; gerçi şöyle bir düşününce, o filmler de, büyürken izlediği türden filmlerle kurduğu cesur ve canlı etkileşimlerdi.

Doğudan (D’Est,1996)

Kırk yıla yaklaşan kariyeri boyunca olağanüstü belgesellere de imza attı. İlk deneysel çalışmalarından bazıları (daha önce bahsedilmişti) gözlemci belgesellerdi, daha sonra Pina Bausch’un dans topluluğunu takip eden Un jour Pina a demandé (1983) ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasından kısa süre sonra çektiği, Doğu Almanya’dan çıkıp Moskova’nın kalbine doğru yol alan, sözsüz film yolculuğu Doğudan (D’Est,1996) gibi filmleriyle bu tür çalışmalarını daha da geliştirdi. “Doğudan” aynı zamanda Akerman’ın bir sanat müzesindeki ilk film enstalasyonunun (Ohio’daki Walker Sanat Merkezi tarafından finanse edilmişti) adıydı ve bu çalışmayı 2015’teki ölümüne dek sürdürdü. Tamamıyla deneysel ve tavizsizce kendine has işlerini finanse etme mücadelesi vermiş bir sinemacının çalışmalarını sürdürebilmek için müzelere ve galerilere başvurmasını anlamak kolay olmakla birlikte bu süreçte muhtemelen çok mecralı çalışmanın imkân verdiği özgürlüğün de tadını çıkarmış ve eski filmlerini yeni konfigürasyonlar için sık sık yeniden kurgulamıştı; galerinin sunduğu alan, işlerine yönelik yeni bir perspektif kazandırmıştı âdeta. 

En deneyselinden daha ana akım olanlarına değin, Akerman’ın tüm işlerinin hem bireysel hem de sanatsal olarak onun kendi kişisel oluşumunun izlerini taşıdığını söylemek abartı olmaz. Yahudi Soykırımı’ndan kurtulan ailesinin geçmişi, annesine derinden bağlılığı; gündelik yaşama duyduğu ilgi, kendi cinselliği ve Yahudiliği yaptığı her şeyde kendini belirgin biçimde gösterir. Aynı şekilde, değişken ama güvenilir zaman duygusunda, biçimsel titizliğinde, durağan kamera ve geniş açılı çekim tutkusunda da. Bir kez bu eşsiz sinemacının işlerine daldığınızda onun duyarlılığına öyle âşık olursunuz ki izlediğiniz her filmde bu duyarlılığı ararsınız. Akerman’ın filmlerini izlemenin gerçekten bir “öncesi ve sonrası” vardır. 

Alisa Lebow 
Çeviri: Senem Erdine 

Diğer Yazılar: FikriSinema
STAR TREK’IN MR. SPOCK’I HAYATINI KAYBETTİ
Star Trek serisindeki Mr.Spock karakteri ile tanınan Leonard Nimoy 27 Şubat tarihinde...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir