CEVHER

DAHA GENÇ, DAHA GÜZEL, DAHA KUSURSUZ!!!!

THE SUBSTANCE

2017’de Revenge ile sinema dünyasına son derece kanlı ve keskin bir giriş yapan Fransız yönetmen Carolie Fargeat’ın son filmi The Substance (Cevher) ülkemizde Filmekimi kapsamında gösterime girmesinin yanında bu yıl Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü kazandı ve ortalığı adeta yakıp yıktı. Demi Moore & Margaret Qualley ikilisinin ekranı ateşe verdiği, Dennis Quaid ile adeta kışkırtıldığımız The Substance gösteri dünyasından güzellik algısına, bireycilikten, hedonizme birçok kavrama kamerasını yöneltiyor ve deyim yerindeyse bu kavramları adeta deşiyor.

Bu yazımda siz okuyucularıma yılın en kışkırtıcı ve tartışmalı filmi olduğu yadsınamayacak The Substance’ın detaylı analizini yapmaya çalışacağım. Herkese iyi okumalar dilerim.

KONUSU

Yılların dansçısı ve aynı zamanda dans eğitmenliği de yapan Elisabeth Sparkle, kariyerinin zirvesindeyken girmek zorunda olduğu erkekler tuvaletinde duyduğu birkaç cümleyle birlikte kendinden hoşnut duymamaya, yaşından ve vücudundan süphe etmeye ve kendisinden tatmin olmamaya başlar. Birden bire geçirdiği oldukça şiddetli trafik kazası ise Sparkle’ın hayatını tamamen değiştirecek, adeta dünyaya karşı bir manifestoya dönüşecek olaylar zincirinin başlamasına neden olacaktır.

ANALİZ

Carolie Fargaet’in The Substance’ı daha ilk sahnesinden itibaren kesinlikle kışkırtıcı ve cezbedici bir sinema deneyimi sunacağının işaretlerini veriyor bizlere. Filmin başında gördüğümüz iki adet kırılmış yumurtanın birleşik halden yavaşça bölünmeleriyle birlikte film başlıyor. İkinci olarak televizyon kanalının stüdyosunda dans programı sunan Elisabeth Sparkle gözümüze çarpıyor. Kusursuz, seksi, güzel görüntüsüyle bizi kendine hayran bırakırken kendisinin bir an duyduğu dedikoduyla birlikte hayatı mahvolmaya başlıyor. Tam olarak buradan itibaren ikiye ayrılan kırık yumurtalar gibi Sparkle’ın beyninin derinliklerinde kendine dair hoşnutsuzluk, yaşlılık takıntısı-korkusu baş gösteriyor.

“İnsanlar her zaman yeni bir şeyler arar. 50 yaşına geldiğinde ise bu arayış biter”. HARVEY

Daha ilk sahnesinden itibaren son derece devrimci denilebilecek kusursuzluktaki kamera hareketleriyle bizi adeta dünyasına çivileyen film, hedonizmin, toplumsal güzellik algısının, dedikodunun, seksiliğin, yaşlanma korkusunun hissini iliklerimize kadar hissetmemizi sağlarken aynı zamanda gösteri dünyasının ışıltılı salonlarına sokuyor bizi ve bir daha da kesinlikle bırakmıyor. Fargaet’in 2017 yapımı ilk uzun metrajı olan Reveng’ine aşina olanlara yabancı gelmeyecek koyuluk ve keskinlikteki koyu renk paletleriyle bizi anında etkileyen The Substance, şov dünyasına keskin ve hızlı bir giriş yapıyor.

Film her şeyden önce şu dengeyi çok iyi kuruyor. Aslında gösteri dünyasındaki orta yaşlı bir kadının yaşlanma korkusuyla bezenmiş görünen senaryo öyle bir noktaya geliyor ki aslında film dünyadaki tüm kadınların sesi oluyor. Bunu yaparken senaryosundan da ayrılmıyor, farklı sınıflarda, tamamen apayrı dünyalarda yaşayan hiçbir kadını da görmüyoruz aslında ama Elisabeth Sparkle üzerinden bu derdini adeta kusursuz bir şekilde anlatıyor The Substance.

Öte yandan alter egosu genç ve güzel, kusursuz Sue ise tamamen Z kuşağının güçlü bir temsiline dönüşürken hız, yarış, rekabet kavramlarını deşiyor. Daima bireyciliğin ve hedonizmin başrolde olduğu bir dünya portresi çiziyor. Bu sayede yönetmen Fargeat vura vura, kıra kıra gerçek anlamda devrimci ve feminist bir filme imza atıyor. Bunu aslında gayet yumuşak, daha soyut, daha çok göndermeli bir sinema diliyle yapabilecekken dibine kadar kan ve şiddeti seçmesi de artık günümüzde belki de iyilerin de artık kötüler karşısında, dünyada yıllardır hüküm süren örgütlü organize kötülük karşısında radikalleşmesinin zamanının da geldiğini müjdeliyor. Elbette sinema dilindeki sertliğin mesaj gönderdiği asıl kesim ise kesinlikle sanat dünyası, yönetmen ve sanatçı meslektaşları. Me Too hareketinin hızla sönümlenmiş olması ve ilk rüzgarını çoktan kaybetmiş olması Fargeat’i son derece rahatsız etmiş olacak ki The Substance ile adeta kendi manifestosunu yazıyor.

Ancak bunu yaparken filmdeki erkek karakterleri gelişigüzel şekilde, estetize bir şiddet gösterisiyle katletmiyor. Tamamen kadın karakterlerle erkek dünyanın izinden gidildiği sürece bu işin sonunun nereye varabileceğinin, neye dönüşebileceklerinin uyarısını onlara yapıyor. Bunu yaparken de Harvey gibi narsist, egoist erkek patronları ve son sahnelerdeki adeta ağızlarından salyalar akan yaşlı erkek kodamanları yüzlerine yapılmış grotesk zoom açılarla göstererek onların da ucubeliklerini net bir şekilde ifşa ediyor. Harvey ve onun gibi doyumsuz erkek ve yaşlı patronlar günümüz insanının tamamını temsil ederken onun istedikleri, doyumsuz yaşam tarzı, yemek yiyişi bile her şeyiyle şov dünyasındaki bir yaşantının bire bir yansıması olarak bizlere gösteriliyor.

Filmin bir diğer en önemli noktalarından birisine gelirsek bu kesinlikle mekanlar ve kullanımları. Elisabeth Sparkle’ın evi ve gençliği olan Sue’yu sakladığı banyo sonrasında adeta karşılıklı bir savaşa dönüşecek olan bu paralel yaşam tarzı adeta bir benlik savaşına da dönüşüyor ve burada elbette mekanların kullanımları ve çekimleri de son derece önemli. Sparkle’ın aşırı gösterişli ve şaşaalı evi kendisinin şimdiye kadar ki kusursuz giden hayatının bir yansıması olurken yumurtanın ikiye bölünmesiyle, yani kendisinin içinden genç ve ‘daha güzel’ Sue’nun çıkmasıyla birlikte evin çekimleri son derece çarpıklaşmaya, ani kamera hareketlerine ve türlü dengesizliklere evriliyor. Burada elbette Elisabeth’in hayatının nasıl tepetaklak olmaya başladığını görmeye başlıyoruz.

Sparkle’ın evine gelecek olursak ev tam anlamıyla muazzam tasarlanmış, filmin her sahnesinde görüp hayran olduğumuz sanat yönetmenliğinin adeta zirve yaptığı mekan olarak gözümüze çarpıyor. Son derece düzenli ve simetrik düzenlenen eşyalar, göz alıcı lükslük ve şehri adeta ayaklarının altında hissettiren Sparkle’ın dairesi, kendisinin içinde bulunduğu dünyadaki tüm dansçıların ama aslında günümüz gençliğinin de hedeflediği hayatın çok güçlü bir panaroması olarak aklımızda yer ediyor. Evin tarif edilemeyen bir yükseklikte olması Sparkle ile birlikte içinden çıkan Sue’nun karakterine de elbette vurgu yapar nitelikte. Bireyciliğin ve kibrin zirve yaptığı Sue, dünyaya geldiği andan itibaren bu robotlaşmış vahşi kapitalizme direkt adapte olarak kendi bireyciliğini adeta Elisabeth’e dayatıyor ve ilaçları doyumsuzca kullanmaya başlayarak onun vücudunda geçmeyecek sonsuz acılar ve yaralar oluşmasına neden oluyor. Özellikle birbirlerini tuvalette sakladıkları sahnelerde rol çalmaya başlayan ayna çok güçlü bir karşılıklı narsizm savaşının zeminini de hazırlıyor. Ve bu savaşı Sue, en sonunda Elisabeth’i tavan arası tarzındaki bir sığınma odasına, kapkaranlık bir ortama kapatınca başka bir noktaya taşıyor, ayna artık merkezden çıkmaya başlıyor çünkü Sue’nun Cevher ilaçlarını gittikçe düzensiz olarak kullanmaya başlamasıyla Elisabeth’in vücudunda fiziki bozukluklar görülmeye başlıyor. Yani sözüm ona artık o aynaya bakmayı hak etmeyen, buna gerek duymaması gereken birisine dönüşüyor.

Buralarda yönetmen Fargeat’in bizzat seçimleri olarak görebileceğimiz, fondan yapılan hatırlatmalar son derece yerinde ve vurucu diyebileceğimiz bir ses kurgusunun vurgusunu yaparken filmin dilinin ve mesajının da yükselmesini sağlıyor. Sürekli olarak “o diye bir şey yok, sen zaten o’sun” şeklindeki hatırlatmalar aslında Elisabeth ile Sue’nun aynı kişi olduklarını bize hatırlatırken gençlik ile yaşlılık, olgunluk arasındaki düşünsel farklılıkları da açık ediyor. Ancak buraları izlerken elbette Sue’nun ağır basıyor olması Fargaet’in özellikle belli bir jenerasyona hitap etmek istediğinin de bir yansıması olarak göze çarpıyor. Kör göze parmak denilebilecek sahnelerin varlığına rağmen onların çekiliş sebepleri filmi aşağı çekmiyor, yukarıya çıkartıyor. İnsanın ama özellikle de gösteri dünyasındaki kadınların bir yaştan sonra sistemin getirisi olarak kendilerine dair hissetmeye başladıkları tatminsizlik, güzellikle ilgili şüphenin zirveye çıkması, yaşlanma korkusu gibi şeyler boy göstermeye başladığında bu işin nerelere kadar varabileceğini bize dipdiri gösterirken Fargaet’in The Substance’ı Darren Aronofsky’nin Requiem For A Dream’inden De Palma’nın Carrie’sine, oradan Kubrick’in The Shining’ine kadar birçok önemli başyapıta da saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmiyor.

Buralarda özellikle kurgunun ve görüntü yönetmenliğinin, kamera kullanımının mükemmelliğine bir kez daha değinmek gerekiyor. Karakterlerin isimleriyle birlikte üç bölüme ayrılan filmi Elisabeth, Sue, Monster Elisa şeklinde seyrediyoruz. Üçünün de aslında aynı kadın, aynı insan olmasıyla birlikte günümüz dünyasındaki vahşi kapitalizmin getirdiği aşırı hızın, tüketme ve doyumsuzluk isteğinin insan üzerindeki onarılamaz etkilerine şahit oluyoruz. Özellikle filmin başından sonuna kadar ani yakın zoom’larla karakterlerin psikolojilerine kolayca girebiliyor ve karakterlerine dair bu zekice ve keskin planlarla çok şey öğrenirken çağımızın yaşam tarzına dair de bu kamera hareketleriyle çok şey öğreniyoruz.

Turuncu, kırmızı ve sarı rengin hakim olduğu filmde kırmızı bildiğimiz üzere tutkuyu ve cinselliği temsil ederken The Shining’i hatırlatan göz alıcı turuncu ise canlılığa, dinamizme, heyecana vurgu yapar. Ancak turuncunun buradaki en önemli vurgusu hiç kuşkusuz ki filme getirdiği hareketlilik hissidir. Sinemada sosyal hayatın hareketliliğinde turuncu çok önemli bir yer tutarken bu filmde de gösteri dünyasının merkezde olduğu bir senaryonun varlığını düşündüğümüz vakit turuncunun ne kadar doğru bir seçim olduğunu düşünmeden edemiyoruz. Sinemada sarı renk genel anlamda kişinin psikolojisiyle ilgili kullanılmasıyla birlikte burada da çok anlamlı şekilde kullanılmaktadır. Sadece Elisabeth’in üzerine daima giydiği sapsarı montunda sarı rengi görürüz ve bu sarı renk bir noktadan sonra karakterin vücudundaki bozulmaları saklama amacına dönüşür. Mont filmin başında güzelliğe, seksiliğe ve kusursuzluğa ulaşmakta Elisabeth’in en önemli aksesuarı iken sonlara doğru vücudundaki bozulmaları saklama amacıyla isteksizce ama zorunlu olarak giydiği bir aksesuara dönüşüyor.

Filmde çokça kez adeta gözümüze sokulan Elisabeth’in ve Sue’nin kocaman posterleri bu karakterlerin, Elisabeth’in, ama aslında Sue’nin senaryonun anlatmak istediği motivasyonu kendi içlerinde diri tutmalarını sağlar. Posterler kadraja girdiğinde sürekli olarak güzellik ve gençlik, seksilik, kusursuzluk istekleri adeta bir düğmeye basınca hatırlanıyor misali kendilerine ve onlar üzerinden de biz seyircilere hatırlatılır. Sona doğru ilerlerken artık mesela tamamen bağımlılığa ve zarara, acıya evrilmeye, güzellikler, aslında sahte güzellikler yerini acı gerçeklere bırakmaya başlar. Sue güzelleştikçe Elisabeth gerçek anlamda bir canavara dönüşmeye başlar. Bunlar olurken bilinçli olarak fona konulan erkek kodamanların sözüm ona cesaret verici repliklerini, öğütlerini duyarız. Bu öğütler sadece gösteri dünyasındaki kadınların değil aslında ilk insandan bu yana kadınlara dayatılanın dışavurumu olarak karşımıza çıkıyor. Açıkçası sona doğru ilerlerken yönetmen Coralie Fargeat, kendince çok vurucu bir şekilde final yapıyor ancak artık bir noktadan sonra aşırı bir didaktik anlatım ve tekrara düşüyor. Başlarda gözümüze mükemmel gelen ve anlatımı %100 diyebileceğimiz şekilde zenginleştiren kamera kullanımı sürenin uzunluğunun ayyuka çıkmasıyla birlikte artık finalde biraz göze yorucu gelmeye başlıyor. Ancak dediğimiz gibi Fargeat bu son derece kışkırtıcı kişisel manifestosunda erkek dünyanın anatomisini bize onları çok az göstererek anlatırken gösteri dünyası başta olmak üzere kadınların yaşamakta olduğu hayatın çıkmazlığının artık vahşi kapitalizmle birlikte nereye geldiğini de yüzümüze tokat atarak, midemize yumruklar indirerek gösteriyor. The Substance net bir şekilde son yılların sözünü en sert ve açık bir şekilde söyleyen, seyircisini tiksindirmekten çekinmeyen çünkü amacı bu olan büyük bir yönetmen filmi.

Diğer Yazılar: Deniz Kuş
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir