Kariyerine ilk Star Wars filmi A New Hope‘un (1977) görsel efektçisi olarak başladıktan sonra klasik üçlemenin diğer filmleri The Empire Strikes Back (1980) ve Return of the Jedi (1983) ile Indiana Jones‘un Raider of the Lost Ark (1981) ve Indiana Jones and the Temple of Doom (1984) filmlerinin sanat yönetmenliğine, devamında Honey, I Shrunk the Kid‘le (1989) yönetmenliğe terfi eden Joe Johnston, kariyerinin sonuna kadar görsel yönüyle ön plana çıkan fantastik işlerin içerisinde bulunarak doğru bildiği yolda ilerlemiştir. Özbilincin göstergesi olan bu tavır, Joe Johnston filmografisini belli bir standarda ulaştırırken, diğer taraftan yönetmenin üzerine karabasan gibi çöken bir etiketlemeyi beraberinde getirmiştir: Sanatkâr değil, zanaatkâr.
Joe Johnston filmografisini “Sanatkâr mı, zanaatkâr mı?” sorusuna verilecek cevaplar üzerinden açıklamak mümkün ama bu soru, net bir cevapla geçiştirilemeyecek kadar iç içe geçmiş şıklara sahip. Kariyerinin erken döneminde işin zanaat boyutuyla ilgilenen Johnston, karar verici olmamasına karşın sanatsal dokunuşlarda bulunmaktan imtina etmemiştir. Star Wars ve Indiana Jones filmlerinde doyurucu bir görsel dünya tasarımına önemli katkılarda bulunan, Howard the Duck (1986) filminin ultra-light sahnelerini tasarlayarak teknik açıdan iyi işler çıkartan Johnston, yönetmenliğe geçiş yaptıktan sonra da işin zanaat kısmıyla ilgilenmekten vazgeçmemiştir. İlk filmi Honey, I Shrunk the Kids‘de bilim insanı bir babanın icadı nedeniyle küçülen dört çocuğun verdiği mücadeleyi, The Rocketeer‘da (1991) Howard Hughes‘ın da içinde bulunduğu bir havacılık macerasını ve The Pagemaster‘da (1994) geniş kadrolu bir animasyon kırması masalı gayet keyifli ve 90’lı yılların deneyselliğini hissettirecek şekilde icra eden Johnston, Disney’in kanatları altında zanaatını sanatıyla birleştirerek yönü ve sınırları belli bir filmografi kurmaya başlamıştır. Zanaatkârken bir sanatkâr gibi sorumluluk alan, sanatkârken de bir zanaatkâr gibi filmlerin işçiliğini yapan Johnston‘un bu iki yönlülüğü kendisinin sınırlı ve sadece belli filmleri yönetebilecek bir yönetmen olarak addedilmesine yol açmıştır.
Bu sanat-zanaat ikileminin yanında Joe Johnston, Spielberg tedrisatından geçmiş tipik bir aile sinemacısıdır; Amerikan yaşantısını kutsayan, ebeveyn-çocuk ilişkisini ön plana çıkartan klasik Amerikan öykülerini perdeye getirme görevini üstlenmiştir, özellikle de kariyerinin ilk döneminde. Bunu yaparken de feyz aldığı ustası gibi sırtını fantastiğe yaslamıştır; dur durak bilmeyen aksiyonlar, gerçeküstü tasarımlar geçit töreni yaparken arka planda konu hep aynı yere, “aileye” gelir onun filmlerinde. Honey, I Shrunk the Kids‘te banliyö yaşantısını merkeze yerleştirip iki farklı tipteki ailenin çocuklarını aynı macerada buluşturan Johnston, çocuklarını bulmaya çalışan ebeveynlere doğrudan “Bu aileyi birarada tutmalıyız.” cümlesini kurduracak kadar misyonuna sadıktır. Alan Arkin‘i, Timothy Dalton‘u, Paul Sorvino‘yu ve en itici halindeki Jennifer Connelly‘i The Rocketeer’da buluşturup 1930’lu yılların sonuna giden yönetmen, Hollywood’u, Howard Hughes‘u, mafyayı, Iron Man prototipini biraraya toplayarak düşük kalibreli, eğlenceli ve hafif bir aile seyirliğine imza atar; karşınızdaki bütün ailenin toplanıp sorunsuzca izleyebileceği bir Disney işidir. 90’lı yıllarda çocuk olan herkesin bildiği Jumanji (1995) ise bu anlatı silsilesinin zirvesidir; onca hengamenin, aksiyonun, fantastik olayların arkasında oyunun içine girmeden önce kavga ettiği babasına sarılmayan çocuğun yaşadığı pişmanlık ve ailesine duyduğu özlem vardır. 2001 yılındaki Jurassic Park III‘e kadar çektiği her film –October Sky‘a (1999) şerh düşerek- fantastik özellikler barındıran, bol efektli, iyi oyuncu kadrolarına sahip, kutsal aile odaklı işlerdir; bu döneme sığdırdığı 6 filmde de Joe Johnston sinemasının yapıtaşlarını bulmak mümkündür.
Joe Johnston aslında 80’li yılları teknoloji çağına, 2000’li yıllara ulaştıran ekibin önemli bir parçası, bir geçiş dönemi sinemacısıdır. Bu dönemde çektiği filmler, hem 80’li yılların kendine has dünyasını yansıtan hem de 90’lı yılların deneyselliğiyle yoğrulmuş işlerdir, üslup ve biçim açısından iki dönem arasında köprü görevi üstlenirler. Bu görev en az Spielberg ekolünün yükledikleri kadar önemli bir misyondur, dönüşüm ve değişim Johnston gibilerinin attığı adımların üzerine bina edilmiştir. Yalnız 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren hızlanan sinemasal devrim üzerinden geçtiği köprüleri yıkarak ilerlemektir ve Johnston gibi aracılar misyonunu tamamladıktan sonra atıl duruma getirilmişlerdir; biraz acı ve ironik olsa da öncülere mutlu son yazmaktan hep kaçınmıştır sinema.
Joe Johnston misyonunu tamamladıktan sonra sinemasal açıdan görece özgürlük kazanmıştır; yine işin teknik boyutuyla haşır neşir olacağı hikayeleri ele almasına rağmen “kafa rahatlığı” filmlerinde kendini belli eder. Hidalgo (2004) çok üst düzey bir iş olmasa da çöl sahneleri başta olmak üzere leziz bölümlere ve akıcı bir üsluba sahiptir; kutsal aileden sınırsız özgürlüğe geçişin getirdiği hafiflik oldukça belirgindir. Wolfman (2010) ise bunca yıllık teknik birikimin meyvesini verdiği iştir; kurt adam külliyatı içerisinde büyük bir öneme sahip olmasa da kurduğu görsel dünyayla tekinsizliği ve karanlığı izleyiciye doğrudan sirayet ettiren, etkileyici bir film ortaya koymayı başarır Johnston. Wolfman‘in atmosfer yaratma başarısı Johnston‘a kariyerinin son büyük işini, Captain America: First Avenger‘ı (2011) getirir. Bir nevi iade-i itibar projesi de olan First Avenger, Marvel evreninin hayırla anılan işlerinin arasına adını yazdırmayı başaramaz ama özellikle ikinci yarısında zirve yapan bol efektli sahneler Johnston‘ın Marvel evrenine attığı imzadır.
Adını ve filmlerini bildiğimizi bilmediğimiz yönetmenlerden biri olarak gayet keyifli bir filmografi oluşturmayı başaran Joe Johnston; 90’lı yıllarda çocuk veya genç olanların kolektif hafızasında önemli yer işgal eden bir isimdir. Bugün adı pek anılmasa da etkisi ismini aşmış biri olan yönetmenin doğum gününde özlemle andığımız 90’lı yıllara yolculuk yapmak için herhangi bir filmini seçmek yeterli olacaktır. Adres belli, nostalji ise bir tık uzağınızda.