ACIYLA AYRIŞAN ZİHİN
Brian Catling’in aynı adlı romanından uyarlanan Earwig, prömiyerini 2021 yılında Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yaptı. Lucile Hadžihalilović, üçüncü uzun metrajlı filmiyle diyalogların yerini görüntülerin ve seslerin aldığı bulanık bir rüyayı yönetiyor. Gün ışığının bile girmediği, kasvetli ve hipnotik bir atmosfer içerisinde ürkütücü duyguları yakalayarak sürreal bir yolculuğa çıkarıyor. Solgun ve karanlık dokulardan oluşan Earwig, rahatsız edici, düşündürücü imgeler ve fikirlerle dolu. Hadžihalilović’in yarattığı zamansız evren, bir tür trans haline sokuyor ve izleyicinin sabrının ince yarıklarından süzülerek ilerliyor. Hayal gücümüze bıraktığı parçalar varsayımlara açık gibi görünse de aynı zamanda saklı olana temas edebilmeyi mümkün kılıyor.
KONU
20. yüzyılın ortalarında Avrupa’da geçen hikayede, Albert Scellinc (Paul Hilton), Mia (Romane Hemelaers) adında genç bir kızın bakıcısıdır. Buzdan yapılmış diş protezi takan Mia’nın kendine ait dişleri yoktur. Gece boyunca eriyen dişlerini yanaklarının yanındaki iki küçük kapta toplayan bir aparat takmaktadır. Her sabah biriken sıvıları kalıba aktararak ona yeni diş protezi hazırlayan Albert, düzenli olarak ismi açıklanmayan birinden telefon alır. Yaptıkları son konuşmada Mia’nın ayrılması gerektiğini öğrenir ve onu bu yolculuğa hazırlar.
Eski zamanlarda kulağakaçan böceklerinin, uyuyan insanların beynine kulak kanallarından girerek yumurta bıraktıkları düşünülüyordu. Kulağakaçan anlamına gelen Earwig, adını bu batıl inançtan alıyor. Çatlaklardan kolayca geçen kulağakaçanların, karanlık ve nemli alanları barınmak için tercih etmelerinden dolayı, ruhsal dönüşüm, içsel keşif ve yeniden doğuş yolculuğunu simgelediklerine inanılıyor. Gerçekliğin çürüdüğü klostrofobik bir rüyanın içine kulağakaçanlar gibi çekildiğimiz Earwig, bilinçaltı kapılarını aralayarak Albert’in korkularının, acılarının ve suçluluklarının karanlığında anlamını buluyor.
YAZININ BUNDAN SONRASI SPOILER İÇERİR
ALBERT
Dış dünyadan izole halde yaşayan Mia ile Albert arasındaki ilişki, Mia’nın yaşamaya başladığı değişimlerle farklı bir sürece doğru yol alıyor. Cam dişler, Mia’nın ergenlik dönemine geçişini temsil ederken, bu döneme eşlik eden kara kedi, dişiliğin, doğurganlığın ve otoriteye karşı direnişin sembolü olarak akışı tamamlıyor. Albert’in yavaş yavaş kendi kontrolünden çıkmaya başlayan olaylarla ilgili endişesi, barda tanımadığı bir yabancıyla (Peter Van den Begin), yaptığı konuşmada zirveye çıkıyor. Bu sohbette Albert’in yetimhaneye bırakıldığını, savaş alanından travma geçirerek eve döndüğünü ve Mia doğarken karısı Marie’nin (Anastasia Robin) ölmesiyle yaşamının altüst olduğunu öğreniyoruz. Ancak Albert bunları tam anlamıyla hatırlamış görünmüyor. Yabancı, barda çalışan Céleste’i (Romola Garai) işaret ederek başka birisi olmanın nasıl olacağını merak edip etmediğini sorduğunda, Albert öfkeyle Céleste’i yaralayarak hikayesine dahil ediyor. Onun aslında yapbozun eksik parçası olduğunu filmin sonlarına doğru fark ediyoruz. Albert’in bulanık ve dönüşüm içindeki zihni bizlere farklı fikirler vermeye başlıyor.
PARÇALANMIŞ BİR BENLİK
Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu (Çoklu Kişilik Bozukluğu), çocukluk çağında yaşanan ihmaller, ağır savaş deneyimleri, ölüm gibi birden fazla psikolojik travmanın neden olduğu, kişinin kendi kimliği dışında “alter” adı verilen yeni kişilik ya da kişilikler geliştirdiği psikolojik bir sorundur. Bu travmatik deneyimlerin tümünü yaşadığını öğrendiğimiz Albert, kontrolü elinde bulunduran “ev sahibi” adı verilen esas kişiliktir. Céleste ise Albert’in oluşturduğu alter kimliğidir. Bu bozukluğu yaşayan kişiler tıpkı Albert gibi genelde depresif, düşük enerjili, derin hafıza kayıpları yaşayan, çevrelerindeki dünyayı sisli, rüya gibi veya görsel açıdan çarpıtılmış olarak algılamaktadırlar. Albert ve Céleste’in puslu bir tren yolculuğunun ardından birbirlerini duyumsayarak yer değiştirdiklerini gördüğümüzde düğüm çözülmeye başlar. Hadžihalilović, bu iki karakter arasındaki bağı ve birliği vurgulamak için film boyunca tablolarda karşımıza çıkan malikane sembolünü kullanmıştır. Hapsolan ağır ruhsal yükleri ifade eden malikane, bir yandan ihtiyaç duyulan aidiyet duygusunu da temsil etmektedir. Finalde aynı malikane önünde bir araya gelen Albert ve Céleste’in yaşadığı yüzleşme ve bütünleşme bu fikri tamamlamaktadır.
CAM
Albert’in zihinsel karmaşasını resmeden Earwig, camın sertliği ve kırılganlığı üzerinden kendini yansıtır. Cam, anıları ve düşleri ileten büyülü bir araç, bir tetikleyici, aynı zamanda yaşamı yönlendiren ve yöneten bir mecburiyettir. Yaşanan olaylarda kadınları kontrol altına alarak sertliğini erkeklere, kırılganlığını kadınlara atfeder. Bu açıdan camın, anlatıyı bir arada tutan ve dengeleyen bir motif olarak kullanıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Earwig, gerçeklikle bağın koptuğu uyku ile uyanıklık arası bir hal gibidir. Ürkütücü görünen kulağakaçanın, çoğu insanın bilmediği sedefli ve yarı saydam kanatları gibi görünmeyen bir ışıltıyı içinde saklar. Karanlık bir rüya gibi aklımıza ve yüreğimize kazınan Earwig, odaklanışımızla, hayal gücümüzle ve hislerimizle yön bularak bu ışıltıyı ve sırları yakalıyor. Görüntü yönetmeni Jonathan Ricquebourg’un yetenekleriyle zarif bir şekilde boyadığı bu tuval, Lucile Hadžihalilović’in ellerinde unutulmaz duyusal ve düşünsel bir deneyime dönüşüyor.