Sinemada ‘dağ’ manzarasını karakterlerin iç yolculuğu ve durmadan kaosa sürüklenmelerini tasvir eden bir detay olarak düşünürüm. Uçsuz bucaksız, gözün alabildiğine uzaklara bakabildiği ‘dağ’ metaforu insanın içinde yarattığı, dağlar kadar büyük sıkıntıları temsil eder bana göre. Mon Roi filmi de muazzam bir dağ manzarasıyla açılıyor! Dağ manzarası sıcak ve güvenli bir ortamdan izleniyorsa insanda mutluluk, hayranlık gibi duygular uyandırabilir. Fakat dağın ortasında tek başınaysanız görüntü gitgide silikleşir, dağ gerçek yüzünü göstermeye başlar. İlk bakışta Tony’nin içinde bulunduğu durumu, başta söylediğim gibi güvenli, korunaklı, hoş bir yerden Georgio Milevski’ye bakışı olarak tanımlayabiliriz. Aşkı arayan, kadınlığını yaşamak isteyen birinin aşka düşüşü birinci bölüm, dağın ortasında yapayalnız kalması ise filmin ikinci bölümünü oluşturuyor.
Filmin başında duyduğumuz ‘’basit şeyler güzel olanlardır!’’ cümlesi hiçbir şeyin çok da basit olmayacağının mesajını veriyor. Aşk, ilişki, iletişim, beklentiler ve hayatın zorluğu birleşerek dağ gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Kaçınılmaz olan sona, kara deliğe çekilir gibi çekilen Tony, çekeceği çileye aşık oluyor aslında. Aşk zannettiği büyüye kapıldığında her şey için çok geç olduğunun farkına varıyor. Kucağında bebeğiyle belirsizlikler içinde yapayalnız kaldığında zaman da son hızında ilerlemeye devam ediyor.
Rehabilitasyon merkezindeki ilk gününde Tony, daha önce hiç düşünmediği birtakım sorularla karşılaşıyor. Neden o gün düştüğü soruluyor kendisine. Rehabilitasyon merkezinde yalnızca dizi değil psikolojisi de tedavi olacak bunu anlıyor izleyici. Çünkü daha önce düşünülmemiş sorular, yeni kapılar açar zihinde, bu kapılardan geçmek de iyileşip istememekle doğru orantılıdır.
Diz, ben, biz!
Filmin diyaloglu ilk sahnesinde dizin sakatlanmasının anlamı çözülür. “Diz; bırakabilme, teslim olma ve hatta geri çekilme kapasitesini temsil eder. Çünkü sadece geriye doğru bükülmeye izin veren bir bağlantı yeridir. Dizdeki acı o insanın hayatındaki bir acıyı kabullenmekte zorlandığına işaret eder ve iyileşme de ruhsal iyileşmeyle paralel gerçekleşir.” Bu sözler, Tony’nin rehabilitasyon merkezinde kurduğu ilk iletişimden geriye kalanlardır. Vücutta geriye gitmeye olanak sağlayan diz, kişinin geçmişiyle olan bağlantılarını da masaya yatırdığı için bu kısımdan özellikle çok etkilendim. Tony geçmiş yaşantısında takmak zorunda bırakıldığı prangalarından yalnızca böyle bir şokla uzaklaşmaya adım atabilirdi.
Ben bu filmin aşırılık üzerine yoğunlaşmış bir film olduğunu düşünüyorum. Aşk, ilişki gibi kavramlar filmin baharatı, fakat yemeğin kendisi: aşırılık! Çiftin aşırı mutlu olduğu sekanslar, bol gürültülü kahkahalarla taçlandırılıyor. Ağlama krizleri, yaşanan aşkın seviyesi, çöküşün hızı aşırı denilebilecek bir noktada seyrediyor. Mutluyken aşırı mutlu olmak, mutsuzken aşırı mutsuz olmak da kaosu beraberinde getiriyor. Erkeğin aşırı anlayışsız, kör ve empati yoksunu oluşunun küçük detaylarla verilmesinden keyif aldım bu filmde. Erkek karakter o kadar hiçbir şeyi anlamıyor ki eve geç geldiği için kadının ondan ayrılmak istediğini düşünüyor. Ya da devamında sevdiği mobilyalara haciz geldiği için üzgün olduğunu söylüyor. Durumdan bihaber yaşıyor kendi dünyasında. Fakat elde etmek istediği en önemli şey kadına psikolojik şiddet uygulayıp bunda başarılı olmak. Kadın aşırı derecede anlayışlı olduğu için de mesele bir noktaya kadar içinden çıkılmaz bir hale geliyor. Erkeğin egemen olma çabası alttan alta, küçük detaylarla veriliyor filmde. Örneğin doğan bebeğe kendisi isim koyuyor. Anneye bu konu hakkında yorumda bulunması için on saniye bile vermiyor. Bu gibi kabul edişler kadını tuhaf bir çıkmaza sokuyor. Gözünü açtığındaysa hayatının on yılı adına aşk dedikleri bu kaosla geçmiş oluyor.
İlişkileri irdelerken aşırılık metaforunu kullanmak oldukça isabetli bir tercih olmuş bana göre. İki insanın ayrı alanlara ihtiyaç duyduğunu yine aşırılık üzerinden okuyoruz filmde! Doğumuna az bir süre kalan kadın bu sebeple terk ediliyor. İş toplantıları yapacağı zaman ya da karısını çok düşündüğü için onu uyandırmamak adına yeni bir ev kiralıyor erkek. Kadın bahaneleri mantıklı bulmasa da kabul etmek zorunda kalıyor. Aşırılıklar da kabul edildiği noktalarda çözümsüz düğümlere dönüşüyor.
Aşırılık üzerinden düşünmek gereken bir metafor daha var ki benim en sevdiğim oldu. Telefon konuşmalarında erkeğin, kadına ‘’şu anda Avustralya’dayım,’’ demesi… Birbirlerine uzaklıklarını hatta erkeğin kadına olan uzaklığının en net tasviriydi benim için.
Boşandıkları gün yalnızca kadının değişimine şahit oluyoruz. Yıkılan, dökülen, tekrar hayata dönmeye çalışan kadın. Bunu da kesilen saçlarından anlıyoruz. Erkek her zamanki haliyle geliyor mahkemeye. Ne duygu değişimi yaşıyor ne de kıyafet tarzı değişiyor. Her şey alıştığı gibi. Filmin sonunda ise dünya üzerinde var olan bütün fiillerin bu kadının başına geldiğini düşündüm. Aşk yüzünden; uçuyor, düşüyor, kör oluyor, ağlıyor, gülüyor, hastalanıyor, iyileşiyor… Özgürlüğüne doğru attığı ilk adımı havuzda yüzdüğü sekans ile anlıyoruz. Artık ileriye doğru gideceğini söylüyor seyirciye. Ekran başındakiler de derin bir oh çekiyor! İlişkinin kara yüzünü oldukça net bir biçimde gösterdiğini düşündüğüm bu filmde Tony’nin sinir krizi geçirerek sorduğu şu soru sizce de çok doğru bir soru değil mi?
‘’Psikolojik şiddete ne diyorsun? Onun bir yumruk kadar acı vermediğini mi sanıyorsun?’’