LİZBON HİKAYESİ

“Birdenbire, Tokyo’nun çalkantılı sokaklarında, bu şehrin geçerli imgesinin yalnızca benim kutsal selüloit imgelerim değil, pekala elektronik bir görüntü olabileceğini fark ettim. Video kamera kendi dilinde bu şehri uygun bir şekilde çekiyordu. Şok olmuştum. Sinemanın ayrıcalığı imgeler dili değildi.”
Wim Wenders – Notebook on Cities and Clothes

Wim Wenders, Lizbon Hikayesi’ni çekeli 26 yıl oldu. Film, anlatısının ve sinematografik ögelerinin biçimsel niteliği bakımından yönetmenin filmografisinde özel bir yerde konumlanır. Onun hemen her filminde görmeye alışık olduğumuz ‘’gentle comedy’’ tarzı bu filmde de kendini hissettirir. Wenders bu filminde sinemanın olanaklarına hatta neliğine dair sorularını film yaparak yanıtlanmaya çalışmıştır. Sinema imgesinin yaşadığı krizi filmin çıkış noktası olarak belirlemiştir (Perniola, 2015). Filmin öyküsü ise tamamen bu çıkış noktasına hizmet ettiğinden, olay örgüsü olabildiğince aza indirgenmiştir.

Wenders bu yolla sinemanın tüm öğelerini kullanarak filmini bir düşünme eylemine dönüştürmeyi denemiştir. Burada öncelik sinemanın konjonktürel olarak yerini saptamaya verilmiştir.

Lizbon Hikayesi, hareketli görüntülerin formlarının çoğaldığı, imajların ehemmiyetinin arttığı ve bu formlar arasındaki sınırların gitgide kaybolduğu yıllarda gösterime girdi. Henüz bugünkü üretim bolluğu ve hızına ulaşmamış da olsa görsel kültür galibiyetini çoktan ilan etmişti. Kültürün biçimlenmesinde artık başat rol görsel kültüre aittir. Bilgi ve görme arasında kurulan özdeşlik, imgelerin zamanla aşınmasına yol açmıştır. Görsel bir imaj olmaksızın bilgi bize belirsiz görünür. Herhangi bir görsel imajın açıklığı başka ifade yollarını yararsız hale getirir. İmgeler hakikati ikame etmeye başlar.

İmgeler ticarileşerek anlam krizlerine sebebiyet verir ve bugünkü homojen tüketim kültürünü besler. Her gün bir yenisi eklenen araçlar imajlar evrenini büyütür. Görselleştirme büyük bir alışkanlığa dönüşür ve idrak ancak görsel yolla gerçekleşen bir şey haline gelir. Bu imgeler çöplüğü, etkilenme ve büyülenme potansiyelini düşürür.

Sinemanın kendine has bir görsel üretim gerçekleştirebilmesi tüm bunlara rağmen hala mümkün müdür? Sinemanın direnme imkanı var mıdır?

Filmde, Friedrich Monroe adlı karakter Lizbon’u konu alan sessiz ve siyah beyaz bir film çekmektedir. Ancak sonunu getirmekte zorlanır. Ses mühendisi arkadaşı Phillip Winter’ı arayıp yardım ister. Birkaç hafta sonra Winter Lizbon’a gelir. Fakat Monroe ortada yoktur. Bitmemiş filmini Lizbon’da bırakmıştır. Winter, Lizbon’dan çok etkilenir ve kalmaya karar verir. Phillip Winter, arkadaşının şehirde rastgele çektiği görüntüler için sesler kaydeder. Mekanın yittiği yerde, şehrin akustik manzarasını keşfeder. Şehri görüntüler değil, sesler tanımlar. Lizbon’u diğer şehirlerden ayıran kaostan izole seslerdir bunlar. Ses, filmde bu sayede yalnızca görüntülere eşlik eder vaziyetten çıkar, özerk bir noktada konumlanır. Sinema için görmenin yetersiz kaldığı yerde sesler fark yaratacaktır.

Wenders’in bu yapıtı sinemanın icat olunuşunun yüzüncü yılında, sinemaya esaslı bir övgüde bulunmasının yanı sıra, yanıtlanması güç birçok soruyu, verdiği cevaplarla beraber bugüne taşımayı başarmıştır.

Diğer Yazılar: Barış Saatçı
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir