Cezayir asıllı İtalyan yönetmen Luca Guadagnino, kısa filmler ve belgeseller ile başladığı kariyerinin ikinci uzun metrajı olan Melissa P. (2005) filminde, sinemasının ana hatlarını oluşturmuş ve ismini duyurmaya başlamıştı. Peşinden gelen Benim Adım Aşk (2009) ve Sen Benimsin (2015) filmleri ile de tanınmaya devam etmiş ve övgüler almıştı. 2017 Filmekimi’nde izleme şansını bulduğumuz son filmi Beni Adınla Çağır ile tabiri caizse “şeytanın bacağını kırdı” ve ilk Oscar adaylığına (yapımcı olarak) kavuştu.
André Aciman’ın 2007 yılında yayımlanan aynı isimli romanından (Adınla Çağır Beni, Sel Yayınları) uyarlanan film, 1983 yazında, Kuzey İtalya’nın herhangi bir kasabasında, bir felsefe profesörünün yazlığına 6 haftalığına gelen araştırmacı Oliver ile profesörün oğlu Elio arasında filizlenen aşkı anlatıyor. Doğa ve çevre ile iç içe olan, çok doğal gelişen, sade, naif ve hüzünlü bir ilk aşk. Filmin Brokeback Mountain (2007) filmine benzetilmesi oldukça doğal olsa da, Beni Adınla Çağır’da toplum baskısı ve dolayısıyla karakterlerin aşkına engel olan herhangi bir unsur bulunmuyor. Bunun haricinde Call Me by Your Name, eşcinsel aşkı merkezine alan bir film olarak değil de Elio’nun büyüme ve kendisini keşfetme hikâyesi olarak okunmalı. Çünkü Elio, heteroseksüel bir ilişkiyi de deneyimliyor. Oliver da aynı şekilde karşı cinsle ilişkiler yaşıyor.
Baştan şunu söylemek gerek; sinema tarihinin en başarılı roman uyarlamalarından biri var karşımızda. Kitabın ruhuna bu kadar yakın bir uyarlama ile en son ne zaman karşılaştık bilmiyorum. Holywood’un roman uyarlamalarında kolaya kaçarak başvurduğu anlatıcı sese (narrator/karakter iç sesi) başvurulmamış, olaylar olduğu gibi aktarılmış. Belki de filmi beğenmeyenlerin duygu eksikliği yaşadığı konu bu, Elio’nun duygularını işitemiyoruz, olaylardan çıkarmamız bekleniyor. Duyguları Elio’nun ve Oliver’ın yüzünden, mimiklerinden anlamamız gerekiyor. Kitaptaki önemli detayların ıskalanmadan aynen aktarıldığı, kitapta olmayan birkaç bölümün gayet uygun bir şekilde eklemlendiği ve kitabın belki de en güzel bölümünün doğru bir kararla çıkarıldığı bir film yapılmış. Diyaloglar aynen kullanılmış. Geçen sene Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Kazuo Ishiguro’nun 1989 yılında yayımlanan romanı The Remains of the Day’i (Günden Kalanlar, YKY) 1993’te aynı isimle sinemaya uyarlayan yönetmen James Ivory’nin yazdığı senaryo Oscar’a ulaşacak gibi görünüyor.
Filme getirilen inandırıcılık ve duyguların eksik geçişi eleştirilerine gelecek olursak, gerçek hayata daha yakın bir aşk ilişkisi var filmde. Bazen karşımıza çıkan bir kişiyle ilgili duygularımızı tam olarak çözemeyiz, emin olamayız, gelgitler yaşarız. Elio ve Oliver’ın ilişkisi de bu şekilde, Oliver’in Elio’nun sırtına masaj yapmasıyla başlıyor. Bu ilk temas, herhangi iki erkeğin şakalaşması olarak kalabilirdi pekâlâ. İki taraf da kararsız, emin değil, cesaretleri eksik. Yönetmen anlatım tarzıyla aslında kendi deneyimlerimizi hatırlatmak istiyor. Yüze yakın planlar özellikle kullanılmıyor. Yönetmen yansıttığı karelere seyircinin katılımını bekliyor, seyircinin pasif konumda olduğu klasik anlatılardan değil bu. Duyguları yaşatmaktansa, anımsatmaya çalışan bir film. Yönetmen, duygu geçişini, yalnızca filmin son kısımlarında Elio’nun yaşadığı özlem ve hayal kırıklığı ile aktarıyor.
Kitabın edebiyat sanatı açısından en önemli kısmında, Roma’da geçen ‘San Clemente Sendromu’ bölümünde, kitapçıda şairin yeni kitabının kutlanması, restoranda yemek, içki üstüne içki ile devam eden ve Hemingway’in Paris Bir Şenliktir kitabını hatırlatan gece, filmde es geçilmiş. Sadece gecenin sonunda Elio ile Oliver’ın sarhoş bir hâlde Roma sokaklarını gezdikleri bölüm alınmış. Çok yerinde bir tercih, sinema için uygun olmayan bu bölüm, filmin odağının dağılıp uzamasına neden olabilirdi.
“Söylemeli mi yoksa ölmeli mi?” sahnesinin hemen ertesinde, Piave Muharebesi Anıtı’nda geçen yaklaşık 5 dakikalık plan-sekans, Elio’nun çekingen tavırlarla Oliver’a açılmaya çalıştığı, kitabın en kritik bölümü, romanı yukarı taşıyacak bir biçimde, uygun açılarla, filmin de en unutulmaz sahnesi olarak akıllarda kalıyor. Guadagnino’nun filmde yaptığı en iyi şey, romanın estetiğini özümseyerek yarattığı mizansenler şüphesiz.
Her mekân, her karakter, her replik, iki insan arasında gelişen aşka dolaylı bir katkı sağlıyor. İnsanlar genellikle çocukluk döneminde yaşadıkları üzerinden bir estetik duygusu geliştirirler. Fellini, Antonioni ve son olarak bu yönetmenlerin mirasını sürdüren Sorrentino, insanın farklı özelliklerini öne çıkarsalar da sinemalarını hep bu estetik duygusu üzerine kurmuşlardır. Doğasıyla hayran bırakan Akdeniz kentleri, kasabaları, Roma döneminden kalan mimari eserler, İtalyan yönetmenlerin işini bir açıdan kolaylaştırmıştır, kameralarını odaklayacakları yerler az çok bellidir.
Bisikletle geçilen dar sokaklar, taş binalar, mimari hârikalar, şortlar, kısa kollular, çıplak bedenler, kayısı ağaçları, espadriller, serin sular, havuz kenarı dinlenceleri, gece diskoları, güneş gözlükleri, şeftali, Roma Hedonizmi, güzel kadınlar, güzel erkekler, beceriksiz sevişmeler, erotizm, şehvet, cırcır böcekleri, Akdeniz, kısacası yaz. Entelektüel insanlar, sohbetler, gerçek olamayacak derecede mükemmel, unutulmaz bir yaz.