Greenaway, Kamerası, Bakılan ve Bakan
The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover, Peter Greenaway’in 1989 yapımı altıncı uzun metrajıdır. Temelde kurduğu gerçekçi atmosferi, sürekli ve sistematik olarak seyirciyi yabancılaştırarak taciz ederek, sinemanın bir medium olarak işlevini arttırma gayretindedir.
Greenaway’in, bu belli bir hikaye temelinden aktardığı alegorik sarmal, üzerine marksist okumalar yapmamızı mümkün kılmaktadır. Albert, kendisi gibi tiksinilecek birer haydut olan adamları ve sürekli aşağılayıp utandırdığı karısı Georgina ile birlikte, sahibi olduğu Le Hollandais isimli restoranda, her gece şişman göbeğini büyütmektedir. Bu iğrenç tavırlarından nefret eden restoranın fransız aşçısı Richard, bir süre sonra Georgina’nın, restoranın başka bir müdavimi olan kitap düşkünü Michael ile, tuvaletteki kaçamaklarına göz yummaya başlar. Finale giden yolda, bu ilişkiyi fark eden Albert, öldürüp yiyerek tükettiği her şey gibi, Michael’ı da yakalamaya karar verir. Neticede, ona, çok sevdiği kitaplarını yedirerek bu sonu hazırlayan Albert’in sonu da, Georgina ile Richard’ın iş birliğiyle, Michael’ı yiyerek son bulacaktır. Öykünün temeldeki bu akışı ışığında, Greenaway’in bu karakterlere yüklediği alegorik anlamlara geçmeden önce, görseldeki sembolik ve anlatıda göze çarpan diğer metaforlara bir göz atmakta fayda var.
Öncelikle, kendisi de bir ressam olan Peter Greenaway, her mekanı ve her sahneyi birer tablo gibi kuruyor. Ona göre, tıpkı tablo gibi sahneler de, bir bilgi yığınına referans veren birer ‘medium’. Bu savı iki önemli okuma ile destekleyebiliriz. İlki, sahneleri açarken her zaman geniş açıyla başlaması, gözümüzü kaydırarak kurguyu bizim yapmamızı olanak sağlıyor. Bu özellik, yani akışı izleyene (bakana) bırakan medium tavrı, öncelikle resme aittir. Bu nedenle zaten hem renk ve mizansenle oluşturduğu geniş açılarını anlamlandırmış, hem de filme egemen kıldığı tiyatro-sinema ilişkisini kavramış oluyoruz. Film genel olarak bir tiyatro sahnesinde geçer, başı bir perde açılışı, sonu ise bir perde kapanışı ile sonlanır. Bu, yine bir medium olan sinemayı, tiyatro ve resim ile birlikte daha güçlü hale getirmek istemesiyle alakalı. Bir mediuma kümülatif olarak yüklediği bu anlam, tıpkı Velázquez’in Las Meninas’ına yüklediği gibi, biçimi anarşistçe kullanarak içeriğin değerini artırmasını sağlıyor. İkincisi ise, sahne geçişlerindeki kayan kamerası, bizim tablodan tabloya gözümüzü kaydırmamızı sağlıyor. Sanki bir galeride, tablolar arasında geziniyormuşuz gibi, burada da, bir ilişkilendirme ağı kurarız. Bir popülist araç olarak yağlıboyanın eleştirisine, 20. yüzyıl örneği olan sinemayı ekler. Bu noktada, karşısındaki bakanı dolu bir dağarcıkla bu serüvene bekleyen Greenaway, işaret ettiği bütün referansları başka referanslara gebe bırakmaktadır. Bu, bizim biçim sayesinde içeriği anlamlandırıp sonuçlandırmamızı sağlar.
Bizi genel olarak hikaye sayesinde borçlu bırakan bu film, bir sanat eserinin esas görevi olarak, bu borcu, alegori ağı üzerine düşünerek, sancı içinde ödememizi bekler. Filmin esas düğümlendiği mekan olan yemek odasının fonuna, Frans Hals’ın Banquet of the Officers of the St George Civic Guard tablosunu yerleştirmesi de, yine bu “mediumlar ağı” okumasını desteklemektedir. Özellikle filmin sonunda, Albert Michael’ı yerken yönetmen bilinçli olarak fona yine bu tabloyu yerleştirir. Tabloda, bir grup seçkin, refah ve zenginlik içinde ziyafet çekmektedir. Tablodaki karakterlerin kostümlerinin aynılarını giymekte olan Albert ve çetesi, aynı şekilde hazırlanmış sofralarında, kokuşmuş düzenin sırlarını ağızlarından kaçırırlar. Düşkün bir dille, birbirlerini aşağılar ve Albert’in küfürlerinden zevk alırlar. İşaret ettiği Hollanda resim külliyatı bir kenara dursun, alegorik olarak İngiltere Thatcher Dönemi despotizmini ve faşizmini eleştirmektedir. Bu kokuşmuş diyalogların ihtişam üzerine kurulması, filmin başındaki et yiyen köpekler ve zorla dışkı yedirtilen düşman sekanslarını anlamlandırmamızı sağlar.
Özellikle Greenaway’in renklere yüklediği anlamlar, bizim bu epizodik anlatıyı, yabancılaşarak idrak etmemizi sağlar. Filmde mutfak yeşildir ve yeşil cömertliğin, kıskançlığın rengidir. Filmdeki Albert’in tek hükmünün geçmediği, çünkü üretimin yapıldığı yer olan mutfağa bu rengi vermesi manidardır. Albert’in büyük bir öfkeyle ve iştahla yediği ve tükettiği yer olan yemek odası ise kırmızıdır. Kırmızı öfkenin rengidir, tıpkı Albert gibi, ama aynı zamanda tutku ve ihtirasın rengidir, tıpkı Georgina ve Michael’ın birbirlerini fark etmesi gibi. Herkes kendi tutkusunu burada yaşar, Albert burada yemek yer ve aşağılar, Michael burada kitap okur, Georgina burada Michael’ı fark eder, Richard ise yine burada yemeklerini sunar. Tuvalet beyazdır. Özlüğün ve huzurun rengidir, tıpkı aşığının hırsızın karısına kavuşması gibi. Mekanı bir karakter olarak ortaya koyan yönetmen, bir geçirgenlik algısı yaratır. Mekan geçişlerinde, halden hale geçen (ve aslında katmanlar arasında sıkışan) Georgina’nın kostümünün rengi sürekli değişir. Bazen beyaz olur, bazen Albert’in “Siyah yemekler pahalıdır. Çünkü insana ölümü yiyerek yenme hissi verir.” cümlesiyle anlamlandırdığımız gibi, siyah olur. Film boyu asla rengi değişmeyen Michael, Georgina’ya kavuşarak, Albert’i ilk defa beyaz mekanda yener. Bu görsel anlatıları çözümledikten sonra, Greenaway’in karakterlere yüklediği alegorik geri planlara bakabiliriz.
Temelde filmin, Thatcher Dönemi eleştirisi yaptığı okumasını yapabiliriz. Albert’in yani hırsızın, faşizmi ve kapitalizmi desteklediği aşikardır. Despot birisi olarak sürekli tüketmektedir. Michael’ın yani aşığın ise, sürekli kitap okumasından anlayacağımız üzere, aydın kesimi temsil ettiğini anlayabiliriz. Okuduğu kitap olan Fransız Devrimi filmin sonunda bu restoranda gerçekleşecektir. Aydın ileri görüşlü ve öncü olarak resmedilmektedir. Tıpkı kapitalizmin yaptığı gibi, Albert karısıyla ilişkisini öğrenince, Michael’ı öldürmek ve yemek isteyecektir (I’ll kill him and I’ll eat him!). Aşçı Richard, üretimin yapıldığı yerin patronu, proletaryayı temsil eder. Bunun en net örneği, bütün mekanın sahibi olan Albert, mutfağın da sahibi olmasına rağmen Richard’ı kovamaz. Çünkü üretim alanına ait değildir ve oraya karışamamaktadır. Zaten eğer karışıp kovarsa, tek işlevi olan tüketmeye nasıl devam edecektir? Filmde üreten tek taraf olan aşçı, Michael ve Georgina’nın aşklarını korumaktadır. Georgina ise kapitalizm, aydın kesim ve proletarya arasında sıkışıp kalmış, belki de bu yüzden sürekli renk değiştiren halkı temsil etmektedir.
Finalde yönetmenin bir öneri olarak getirdiği ise, kapitali kendi silahıyla vurmaktır. Sürekli yiyen ve her şeyi malı olarak gören Albert, yamyam haline gelecektir. Tıpkı işçileri yiyen kapital gibi. Bununla birlikte, halk işçiye aydını pişirterek kapitali kusturur, ve devrim gerçekleştirir. Bu okumanın en önemli dayanağı, tıpkı medium okuması gibi, Greenaway’in üretim ve tüketim mekanı arasında izleyeni götürüp getirmesidir. Sonuç olarak, Peter Greenaway bir sanatçı olarak öncelikli işi olan biçimin içerikle ilişkisi üzerine yeni bir sayfa açmıştır. Bunu, içeriğe eklediği alegorik ağ sayesinde, daha kuvvetli hale getirmiştir. Bu okuma sayesinde, mesele üstüne derinlemesine düşünerek, sanat eserinin bakan üzerinde bıraktığı yükü biraz olsun üzerimizden atma imkanı doğmuştur.