MATRIX’TE YAŞAMAK / SAHTE EVREN
Gerçekten bir bilgisayar simülasyonu içinde yaşıyor olabilir miyiz? Bunu anlamanın bir yolu var mı? 2001 yılında Oxford Üniversitesi’nde görev yapan felsefeci Nick Bostrum, ilginç bir makale yayınladı. “Bir bilgisayar Simülasyonunda mı yaşıyoruz?” başlıklı yazısı fizik ve felsefe çevresini harekete geçirdi. Ve herkesin aklına şu sorular takıldı. Bizler, çevremizdeki canlılar, yaşadığımız dünya, ileri bir uygarlık tarafından tasarlanmış bir simülasyon olabilir mi? Gerçek yoksa ayrıntılı bir yazılımın kodlarından ibaret mi?
Neil deGrasse Tyson; “birinin hard-diskinde yaşıyor olma ihtimalimizin yazı tura atmakla eşdeğer” olduğunu düşünüyor. Michio Kaku ise; bir zeka tarafından oluşturulmuş kurallarla yapılmış bir dünyada olduğumuz sonucuna vardım diyor.. Ve son olarak da yüzyılın ve teknoloji tarihinin en iyi girişimcisi olan Elon Musk’ın aslında birer simülasyon içinde yaşadığımızı söylemesi son günlerde bu tartışmaların fitilini iyice ateşledi. Aslında son yıllarda bu denli gündem de olmasının tek nedeni Matrix filmidir. Herkesin defalarca izlediği, anlamaya çalıştığı ve hayran kaldığı o harika senaryo.
Birçok film sanal gerçekliği işledi ama hiçbiri Matrix kadar adından söz ettiremedi. Siz de hazırsanız Matrix filmi önderliğinde sinema-simülasyon teorisi ilişkisini inceleyelim.
MATRIX
Matrix’te yapay zeka olarak ifade edilen makinelerin dünyayı ele geçirdiği ve insan ırkını sadece bir enerji kaynağı olarak kullanarak, insanlara hayali bir dünya yaşattıkları senaryoyu izliyoruz. Sanal gerçeklik oluşturulan bir bilgisayar programının çok gelişmiş şeklini filmde görüyoruz. Neo bu sistemin içinde, büyük bir şirkette bilgisayar programcısı. Burada yaşadığı hayatı, yani 20.yüzyılda yaşadığı hayatı gerçek zannetmekte. Halbuki bedeni 2199’lu yıllarda içi sıvı dolu bir kapsülün içinde muhafaza edilmekte. Yani kısaca bedeni farklı bir ortamda ve zamanda olmasına rağmen, kendisini bilgisayar programıyla uğraşan birisi olarak düşünmekte. “Matrix” denilen yapay bir dünyada, gerçek bir hayat yaşadığını zannediyor. Neo’nun hayali bir dünyada yaşadığının farkında olan Morpheus, film boyunca gerçekleri anlatır. Şimdiye kadar duyduğu, kokladığı, hissettiği her şeyin fiziksel bir gerçekliğinin olmadığını, bunların beyninin içinde kendisine gösterilen hayali görüntüler olduğunu Neo’ya açıklamaktadır. Morpheus yani bilge kişi tarafından, Neo’ya dünyanın aslında simülasyondan başka bir şey olmadığını gösterir. Arabalar, okyanuslar, ormanlar, insanlar, şehirler yani her şey sadece bilgisayar programı ile zihinde meydana gelen canlandırmadan ibarettir.
VANILLA SKY
Filmde; insanın yaşadığı olaylardan neyin rüya neyin gerçek hayat olduğu konusundaki ikileme değinilmiştir. David Aames gösterişli bir hayata sahiptir. Yakışıklıdır, zengindir ve sosyal çevresindeki herkes tarafından imrenilmektedir. Bir gün, geçirdiği trafik kazası yüzünden yüzü parçalanır ve o harika hayatı sona erer. Çevresindeki herkes ondan uzaklaşmıştır. Hayatının geri kalan kısmını “uyanık rüya” denilen güzel hayaller ile yaşatmaları için bir şirketle anlaşır. Böylece kişi zihninde istediği yaşta, istediği görünümdedir. Ancak aynı rüyada olduğu gibi kişi kendisine izlettirilenlerin bir hayal olduğunun farkında değil, gerçek bir hayat yaşadığının izlenimine kapılmaktadır. Peki kendimize bir soru soralım bu noktada. Gerçek olarak kabul ettiğimiz yaşantımızı rüyadan ayıran nedir? Yoksa rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı dediğimiz daha uzun bir rüyaya başlıyorsak? Filmde bu çelişki senaryoda işlenen konu olmuştur. Bu yazıyı okurken odanızda başınızı kaldırın ve etrafı iyice izleyin. Dışınızda bir oda var değil mi? Siz de bu odanın içinde yer kapladığınız hissini duyarsınız. Bastığınız yerin ayaklarınızın altında olduğundan emin misiniz? Bu hisler, gösterilen görüntülerin gerçekliği, üç boyutlu olması sizin gibi milyarlarca insanı ya yanıltıyorsa?
THE THIRTEENTH FLOOR
On Üçüncü Kat isimli filmde Matrix filmine benzer olarak, gerçek dünya ile sanal dünya arasındaki benzerlik işlenmekte. Benim de favori filmlerim arasında. Hannon Fuller ve iş arkadaşı Douglas Hall, bilgisayar ile sanal bir dünya meydana getirmişlerdir. Bu sanal dünyada 1937 yılının Los Angeles’ı canlandırılmıştır. Sistemi kuran arkadaşlar ise 1999 yılında yaşamaktadır. Filmde kişi yatağa uzanır ve beynine programdaki bilgiler aktarılır. Kişi sisteme girer ve 1937 yılına ait sanal bir kimliği oluşur. Örnek verirsek; 1999 yılında doktor olan birisi, 1937 yılında kendisini bir banka veznedarı olarak yükleyebilir. Kişi 1937 yılına gittiğinde aynı o yılın ortamında bulur kendisini. Arabalar, binalar ve caddeler aynı o yıla aittir. En kritik olan ise simülasyon ortamına giren kişi, her iki yaşamının da birbiri ile aynı gerçeklikte olmasıdır. Güneşin ısısı, rüzgarın uğultusu, karşılaştıkları korku ve heyecan gibi duygular tüm gerçekliği ile her iki yaşamda da yaşanmaktadır. Filmin sonlarına doğru ise artık kişiler her şeyi anlamıştır. Gerçek zannettikleri 1999 yılındaki hayatın aslında özel tasarlanmış bir bilgisayar programı olduğunu, o güne kadar gerçek sandıkları makamları, arabaları, aileleri, arkadaşları.. bir hayal olduğunu anlarlar. Gerçekte zaman 2024 yılındadır ve gerçek bir yaşantı olarak yansıtılanların hepsinin bir simülasyon parçası olduğunu anlatmaktadır.
TOTAL RECALL
Filmimiz aynı Vanilla Sky filmine benzemektedir. Başrol oyuncusu neyin gerçek neyin hayal olduğunu ayırt edememektedir. En büyük hayali Mars’a gitmek olan bir adamın, bedeni sandalyedeyken hafızasına verilen bilgilerle kendini Mars’ta gizli bir ajan olarak görebilecektir. Ancak bu bilgilerin zihnine yüklenmesi sırasında, bir aksaklık olur ve hafızasındaki bilgilerle daha evvel oynanmış olduğu ortaya çıkar. Ve kahramanımız hayatının ne kadar gerçek olduğu, hafızasındaki anıların hangisinin gerçekten yaşandığı, hangisinin sanal olduğunu anlayamaz. Film boyunca hayallerle gerçekler arasındaki ayırt edilemezlik sık sık vurgulanmakta. Sizlere tavsiyem Matrix serisinden sonra Vanilla Sky, ardından bu filmi izlemeniz.
Eğer bu teori doğruysa bizler başka bir uygarlık tarafından simüle edilmiş bir uygarlığız. İleride biz de başka bir uygarlığı simüle ettik ve onlar da bizim geçtiğimiz aşamalardan geçti. O zaman basitçe bir varsayıma ulaşırız. Biz başka bir uygarlığı simüle edersek, bizi simüle eden uygarlık da başka bir uygarlık tarafından simüle edilmiştir. Hiyerarşik bir döngü içerisindeyiz.
Peki bütün evreni simüle eden kim? Bu dünyanın bir sınav olduğunu ve gerçek olmadığını söyleyen yaratıcı mı? Yoksa bütün evreni simüle etmiş bir yerlerde var olan üst düzey bir uygarlık mı?
Ne dersiniz “Seçilmiş adam” Neo’yu aramaya başlasak mı şimdiden?
Ek olarak; liste haricinde tuttuğum Truman Show, Dark City, Surrogates izlenebilir. Her ne kadar birebir bu konuyu işlemese de felsefe ve bilimkurgu sevenler tarafından tercih edilebilir.