SİVAS

Kırsalda bir prens olma hikâyesi; ‘Sivas’

Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile dönen, yönetmenliğini ve senaristliğini Kaan Müjdeci’nin üstlendiği ‘Sivas’, erkekliğe uzanan yolda ‘erk’i elde edebilme ve kırsalın boşluğunda var olabilme üzerine önemli temalar barındıran, insanı tüm doğal sahneleri ve oyuncularıyla içine çeken bir film. Oyuncuların çoğunluğunu, ilk defa ‘rol yapma’ya adım atmış kişiler oluşturuyor. Filmin doğallığı, sahte durmayışı belki de bundan kaynaklanıyor. ‘Aslan’ karakterini oynayan 11 yaşındaki Doğan İzci de bunlardan biri. Premio Bastio D’Oro En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülen oyuncu, rolünün hakkını başarıyla veriyor. Anadolu’nun kırsalında, kadının alansızlığına ve erkeğin işlevine sıkça vurgu yapılıyor filmde. Toplumsal açıdan çok fazla yorum barındırabilecek olan filmi, ben ağırlıklı olarak bireyin psikolojisine dayandırarak yorumlamaya çalışacağım.

Film başlıyor, önümüzde bir grup çocuk ve gökyüzüne fırlatılmaya çalışan bir ‘kız kaçıran’… En yükseğe fırlatma çabasında, daha ilk sahneden görüyoruz, Aslan’ın, oyunun dışında kalmışlığını. Kapsayan fakat sanki yutacak gibi geniş ‘doğa ana’nın üzerinde çocukluktan itibaren hakimiyet kurmaya çalışan bu ‘erkek’ çocukların, rekabet duygusu ilk kesitte gözler önünde. Sonraki sahnede, yine bir oyun var; saklambaç. Ve Aslan yine oyunun içinde mi dışında mı belli değil. Bulmaya çalıştığı arkadaşlarını bulamıyor gecenin karanlığında. Ve sonraki sahnelerde hep görmek isteyip göremediği, gözlerinin gördüğüyle yetindiği, sanki dünyayı parça parça algıladığı, dışarıda kaldığı trajikomik bir hikâye var. Kameranın kullanılışı, bize Aslan’ın gözünden dünyayı görmenin ne demek olduğunu anlatıyor. Kırsalda yaşayan bir çocuk gözüyle dünya, erişilmeye çalışılan, oyunun kurallarını bilmek gerektiği, bilmeyince dışarıda kalındığı, geniş fakat yutucu bir yer. Aslan okula gidiyor, diğer çocuklar gibi olmaya çalışıyor fakat 23 Nisan piyesinde, Pamuk Prenses’in prensi olmak yerine, cüce seçiliyor öğretmen tarafından. Prens olmak istiyor. Ayşe’nin prensi olmak istiyor fakat isteğini belirtmeye gittiği öğretmenin evinden çıkan sesler onu duvarın arkasında durduruyor. Sadece gözlerini görüyoruz, ‘Prens olmak istiyorum, şimdi’ diyor. Öğretmenin oraya ait olmayışı, görev gibi yaptığı samimilikten uzak rolü, gerçekten yaşamayıp izleyerek ya da duyarak tatmin oluşuyla (porno izlemesiyle) birleşiyor sanki ve Aslan’ı gerçekten duymuyor, anlamıyor. Bir erkek temsili yıkılıyor sanki Aslan’ın gözünde, onu anlamayan sadece bir role koyup gerisini önemsemeyen babaya atıfta mı bulunuluyor? Kim bilir. Babadan bahsetmişken, evin avlusunda işlevsiz kalan atı salıverme sahnesine dönelim. Atın salıverilmesiyle birlikte sanki baba da kendi işlevsizliğini kabul ediyor. Oğluna veriyor onu. Aslan’ın elinde kayboluyor at. Atın ölmesini istemiyor Aslan, babasının da işlevini yitirmesini istemiyor sanki ama erkek olmak için yapılacak başka bir şey yok. İstemeden kabul ediyor sanki babasının ‘erk’ liğinin yok oluşunu. At, ‘doğa ana’da, onun genişliğinde yutuluyor sanki varlıktan yokluğa geçiyor. Bu yok oluşla, annesinin göğüslerine bakarken erkekliğini hisseden Aslan’ı görüyoruz. Ona hayat veren annesinin parçası, sanki şimdi boğuyor, yok olmaya yüz tutarken ‘Sivas’ı buluyor Aslan ve güç kontrol altına alınıyor, tabii ‘erkeklik’ de kazanılmış oluyor.

Filmde, kadın yok denecek kadar az. Aslan’ın annesi var ama sanki o da sınır konulmak istenen, Aslan’ın erkekliğini kanıtlamaya çalıştığı bir kadın. Ayşe ise yine aynı şekilde, kadına, erkek gücüyle hayat verilme üzerinden olan Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalında, ‘prens’in ‘prenses’i olarak çıkıyor karşımıza. Bu topraklarda ne kadın ne çocuk olunuyor sanki. Çocuğun dünyasında çok önemli bir geçiş durumu olan oyunlara bile çok alan yok. ‘Çocukluk’ sadece, o topraklara hiç ait olmayan fakat çocuk oldukları için öğretmenin 23 Nisan’da oynatmak istediği bir masal üzerinden oluyor. Sahte duruyor, olmuyor. Aslan’ın baktığı, Lassie ile çocuk fotoğrafları da benzer bir sahtelik ortaya koyuyor. Aslan bu fotoğraflarla özdeşlik kurmuyor. Sivas bir Lassie olmuyor, olamıyor. Sahte, tutturulmuş gibi kalıyor.

Filmin trajikomiklikten, trajikliğe geçişi de Sivas’ın bulunmasıyla birlikte… ‘Erk’in dünyasına geçiyoruz, aynı zamanda çocuksu bir komiklikten, erişkin bir yıkıcılığın dünyasına… Aslan, dövüşte yenilmiş bir köpeğe evde bakmak isteyerek ona yuva yaparak sanki kendi öfkesini hayata geçirmek istiyor. Cüce rolüne seçildiği ve Ayşe’nin prensi olamadığı için yaşadığı ‘oyundışı’lığı tersine çevirmek, erkekliğini diriltmek istiyor Sivas’la. Kimsenin karşı koyamayacağı, babasının ve abisinin bile boyun eğeceği, hatta babasının bile giremediği belki de hiçbir zaman sahip olamadığı yere, diğer yetişkin erkeklerin dünyasına bile erişebileceği bir statüye erişiyor onunla.

Aslan’ın o dünyaya ait olmadığını, ‘kandırıldığını’ ara ara görüyoruz. Sivas’ı dövüştürmek istememesi, Ayşe’ye ‘Ben onu dövüştürmeyeceğim, sen çocuğumuz olsa onu boğuşturur musun? Onun da canı yok mu?’ demesi, onun bu yıkıcılığın içindeki naif dünyasını bir parça gösteriyor bize. Ama arabada Sivas’la birlikte dönerken, muhtarın ona ‘doğa’nın kurallarını anlatarak bir anlamda ‘kandırması’yla, gücünü kontrol altına almak ve erkekliğe erişmek isterken Aslan, yutulmaktan alıkoyamıyor kendisini. Geriye bir tek Sivas’ın kendininkilere benzediğini düşündüğü gözleri kalıyor. İçinde ne olduğunu ele vermek istemeyen, dış dünyayı pencerenin arkasından izleyen gözleri…

İyi seyirler…

Diğer Yazılar: Tuğba Kocaefe
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir