Saatler

Bereketli topraklardan, karanlığın kalbine yolculuk.

Kısa bir anlığına, adını dünya edebiyatına yazdırmış romancıları düşünelim. Tüm bu romancılar, yarattıkları eserlerini adeta yaşayarak, tecrübe ederek yazmışlardır. Bu vesileyle edebiyat, bereketli topraklara dönüşmüştür. Bu bereketli topraklarda yeni yazarlara rehber olma amacı gütmüşler ve onlara ‘nasıl yazmaları’ gerektiğine dair vaatler vermişlerdir. Ve edebiyatta yarattıkları bu bereketli topraklar için teşekkür beklemekten de çekinmemişlerdir bu yazarlar. Fakat hayır! Çağdaş romancılara lazım olan bu değil. Bir rehber eşliğinde gidilen sözde bereketli topraklar, taklit gibi unsurları ortaya çıkardığından bilhassa verimsiz topraklardır. Çağdaş romancılara asıl gereken verimsiz ve çorak olan çöldür. Çölde rehber yoktur. Ne ışık ne hareket. Orada kendini bulursun. Kendi tekniklerini yaratırsın. Hiçlik zenginliktir, özgürlüktür.

Virginia Woolf, kaleme aldığı Modern Fiction makalesinde öne sürdüğü bu fikirler ışığında yazdığı Mrs. Dalloway ile dünya edebiyatındaki gelenekselleşmiş tüm algıları ortadan kaldırarak özgün bir eser ortaya koymayı başarmış bir yazardır. Mrs. Dalloway eserinde kullandığı alışılagelmemiş teknikler ile çığır açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz. O dönemin edebiyatına baktığımız zaman Victorian dönemi edebiyatının izlerinden sıyrılıp ‘bilinç akışı tekniği’ gibi o zamanlarca yuhalanan, eleştirilen ama tamamiyle özgün birçok yeniliği edebiyat dünyasına cesur bir şekilde katmayı başarmıştır. Bu modernist teknik ile karakterlerin zihninde dolaşan tüm düşünceleri yazıya dökerek, sıradan bir günde yaşanan sıradan olayların karakterin zihnindeki iz düşümünü okuyucuya vermeyi amaçlamıştır. Fakat Woolf, kafasında gezinen sıradan ama bir o kadar da tekinsiz düşünceler ışığında Mrs. Dalloway’i yazmış olsa da, tüm bu sanrılar zamanla yazarın kendi sonunu hazırlamıştır.

“Bayan Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.”

Michael Cunningham’ın, Virginia Woolf’un Mrs Dalloway’inden ilham alarak yazdığı Saatler romanından uyarlanan Stephen Daldry imzalı The Hours, iç içe geçmiş paralel yaşamlara odaklandığından seyri bile zor ve karışıkken, filmin ortaya çıkış süreci de gördüğünüz gibi bir o kadar komplike. Zaman ve mekan bakımından birbirinden farklı üç kadının hayatlarının tek bir gününü ele alan film, hem Virginia Woolf eserlerine yaptığı göndermelerle, hem de esin kaynağı olan romana yakın çizgisiyle sadık bir uyarlama olarak hafızalara kazınmayı başarıyor.

The Hours, Virginia Woolf’un dillere desten intiharı ile başlıyor. Bir karakter olarak gördüğümüz Virginia’nın (Nicole Kidman) Mrs. Dalloway’i yazdığı dönemde yakalandığı baş ağrıları ve kafasındaki tekinsiz seslerin intiharını hızlandırdığını görüyoruz. Daha sonra Virginia’ın kitabı yazdığı döneme geri dönüyor kamera ve dünya edebiyatında hala canlılığını koruyan o meşhur giriş cümlesi ağzından çıkıyor karakterin. “Bayan Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.”

The Hours, Virginia karakteri ile İngiliz toplumunda kadına dayatılan rolü güçlü bir şekilde eleştiriyor. Geleneksel toplum kurallarına uymayan, okuyan ve yazan bir kadına, toplumun ‘madwoman in the attic’ (tavan arasındaki deli kadın) yaftası yapıştırdığını görüyoruz. Bu yönüyle, Virginia karakteri topluma ve toplum kurallarına başkaldırı niteliğinde. Karakter, kitabını yazmaya başlaması ile birlikte, paralel zamandaki bir diğer kadın (Julianne Moore) bu kitabı okuyor. Tabii bir de yazılan bu kitaptaki Clarissa karakterini (Meryl Streep) başka zaman diliminde yaşıyor olarak görüyoruz.

Woolf karakterinin yazdığı kitabı okuyan Laura Brown karakterinden biraz bahsedelim. 1950’li yılların Amerika’sına baktığımız zaman, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini bu karakter aracılığıyla görmek mümkün. Julianne Moore’un canlandırdığı bu karakter, Mrs. Dalloway’i okur ve yaşadığı hayatın anlamsızlığını hisseder. Toplumca kadına dayatılan normların onu sınırladığı düşüncesini hazmedemez. Çünkü topluma göre ev işleri bilmeyen, çocuğuna iyi bakamayan bir kadın ‘the angel in the house’ (evdeki melek) olamaz. Aynı zamanda toplum normlarına göre bir kadının, kadın olabilmesi için çocuk doğurabilmesi gerekiyor. Toplumun ondan beklediği kadın tiplemesi ile olmak istediği kadın arasında sıkışıp kalan Laura Brown ailesini terk etmeyi tercih ediyor. Bu yönüyle filmin, Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı eserinden de ilham aldığı söylenebilir. Bir kadın kendini gerçekleştirebilmesi için öncelikle ataerkil toplumun baskılarından ve erkeğin manipüle edici düşüncelerinden sıyrılıp, ekonomik açıdan bağımsız duracak şekilde, kendine ait bir odada kadınlığını düşünebilmesi gerekiyor. Bununla paralel olarak evini terk eden karakterimiz de bir otel odası tutuyor ve kendi geleceğini etkileyecek düşünme safhasına geçiş yapıyor.

Bayan Dalloway, sessizliği örtmek için parti verirdi.

Son olarak, Virginia’nın yazdığı kitaptaki Clarissa karakterine gelecek olursak, tıpkı romandaki gibi bir parti düzenlediğini görüyoruz. Dışarıdan gayet mutlu gözükse de karakterin içinde fırtınalar koptuğunu belli belirsiz duygu değişimleriyle fark edebiliyoruz. Yaşadığı hayatın anlamsızlığını, en az onu karakter olarak yaşattıran yazar kadar hisseden Clarissa, aslında tüm bu arafta kalmışlıklarını bir parti ile gizleme gayretinde. Bir parti ile içine attığı üzüntülerini unutmaya çalışan karakterin aslında kendi içindeki kimlik çatışmalarını görüyoruz. Böylelikle filmin her anında izleyene hissettirilen bu tekinsizlik bizi, Virginia Woolf’un romanının şu sözüne götürüyor. “Bir gün bile yaşamanın çok ama çok tehlikeli olduğunu düşünmüştü hep…”

Üç kadının tek gününe odaklanan bu filmi, bu kadar tehlikeli yapan unsurlardan biri de müzikleri. Notaları duydukça filmin atmosferine kendinizi kaptırmanız olası çünkü. Tüm bunlara sinemanın altın kadınları da eklenince enfes bir şölen ortaya çıkmış. Fakat Ed Harris’in de hakkını vermem gerekiyor. Hiçbir surette unutamayacağım bir oyunculuğa imza atmış. Şair ölmeli. Daha ne denebilir ki!

Aynı gören, aynı hisseden farklı karakterlerin içindeki var olma telaşını her anında hissedebileceğiniz The Hours, kuşkusuz tam bir başyapıt.

Diğer Yazılar: Metin Kaçar
Suyun Sesi
Issız bir hayatta sessizlik. Yitip giden zamanın, sessizlik içinde sürükleniyor olması… Epey...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir