İçimdeki Güneş

Filmleriyle katıldığı tüm festivallerde adından söz ettiren Fransız modern sinema sanatının öncü isimlerinden birisi olan Claire Denis, “Un Beau Soleil Interieur” ile kariyerinin en gayret gerektiren filmlerinden birine soyunarak bir kadının aşka dair yolculuğunu resmediyor.

Bir kadının aşka dair yolculuğu ifadesi oldukça sıradan romantik filmlere konu olabilecek çerezlik bir malzeme gibi dursa da, esasında, olayı derinliğiyle ele alacak bir sanatçının elinde hem en karmaşık yapısıyla “insan”, hem de insanın başına gelen en karmaşık kavramlardan biri olan “aşk” öğeleri peliküle aktarılması çok zor temalar. Ancak usta yönetmen Claire Denis senaryo oluştururken birlikte çalıştığı Christine Angot ile bu zorluğun altından başarıyla kalkmış. Bununla birlikte, Agnès Godard’ın harika görüntü yönetmenliği ve Juliette Binoche gibi kusursuz bir oyuncunun varlığı, Denis için oldukça etkin bir şekilde bu temaları işleyebileceği altyapıyı oluşturmuş.

Film Avrupa semiyotiğinin başta gelen isimlerinden Roland Barthes’in “Bir Aşk Söyleminden Parçalar” adlı kitabından esinlenilerek üretilmiş. Hakikaten sadece bir esinlenme söz konusu… Zira kitap, filme uyarlanamayacak türde olduğunu düşündüğüm, aşk üzerine çeşitli kavramların sembol bilimi düzeyindeki anlamlandırma çalışmasından oluşan ansiklopedik, antolojik bir çalışma. Daha da açık söylemek gerekirse kitapta yer alan kavramların görselleştirilmesi ve senaryolaştırılması ya bir delinin ya da bir dâhinin aklına gelebilecek ve altından kalkabileceği bir şey. Sonuç ise açıkça hayranlık uyandırıcı olmuş.

Isabelle, orta yaşlarında, eşiyle olan çıkmaza girmiş ilişkisi sonrasında boşamış ve sonrasında rastladığı erkeklerin hepsinde aşkı arayan birisi. Sevdiği ve birlikte olabileceğini düşündüğü kişilerin hepsiyle münferiden apayrı mikro beklentileri düşünceleri ve dolayısıyla diyalogları var. Ona rağmen film boyunca dalgalanıp duran bu deniz bir türlü sükun da bulmuyor. Belki de komşusu Mathieu’nun da dediği gibi insan, hevesini tatmin edecek şeyleri yapsa da bu hayatta tatmin olamaz bir şekilde… Buna rağmen arayışı da hiç ama hiç bitmez. Film de baştan sona bu arayışın hikayesi kısaca…

Bilindik romantik filmlerde olay örgüsü karakterlerin duygu durumlarını manipüle eder. Ancak burada Denis bu yapıyı başarıyla tersyüz ediyor ve Isabelle’in duygularını filmin gidişatını manipüle edecek, hikayeyi oluşturacak şekilde kuruyor. Dolayısıyla alışılmadık, deneysel ama neticede oldukça başarılı bir yapı kuruyor yönetmen. Tabi bu yapıda da çok büyük risk var. Neredeyse film dair tüm yük, filmi sürükleyecek protagoniste verilmiş oluyor. Burada da Juliette Binoche, Oscarlık meslektaşlarına dahi ders verebilecek kadar efsanevi oyunculuğuyla, bu kocaman yükün altından kusursuz bir başarıyla kalkıyor.

Isabelle’in arayışı sürecindeki duygusal devinimler yalnızca yarı melankolik bir kadının ruh portresini mükemmel resmetmekle kalmıyor aynı zamanda centilmenliğiyle nam salmış Fransız erkeklerini de farklı karakterlerle betimliyor. Hem de bir buçuk saat civarı kısa süresine rağmen hiçbir karakteri de karikatürize bırakmayarak tüm karmaşıklığıyla tüm halet-i ruhiyeleriyle derinleştirmeyi başarabiliyor. Aslında yönetmen bunu yaparken hikâyenin sadece ve sadece ilişki boyutuyla ilgili söylemlerini senaryoya taşıyarak cesurca bir yöntem izlemiş diyebiliriz. Yani Denis, Barthes’in kitaptaki bir nevi parçalı yaklaşımını çok bozmamak için midir bilinmez, olay örgüsü yerine içeriğin özüne odaklanmış. Bu da senaryoda oluşacak zorlamaları gidermiş. Amenna. Ancak bu kez de sinema dünyasının bizi alıştırdığı fazlasıyla kurgusal esas karakterlere hiç de benzemeyen Isabelle’in histerik gerçekliği tarafından mesafeli tutulan anaakım seyirciyi, tamamen sahne dışına itmiş.

Belirtilen hususlar birlikte değerlendirildiğinde filmimiz, seyirciye kolay kolay önerilemeyecek, izlenmesi kolay olmayan, bir yandan da işlediği sekansları başarıyla derinleştirilmiş eşsiz bir deneyimin lezzetli öyküsü olarak tanımlanabilir… Filmde Karacaoğlan’ın “Demedim mi behey ala gözlü dilber” şiirinin yorumlandığı Türkçe şarkının ve Gerard Depardieu’nun kâhin canlandırmasının da sübjektif olarak çok tatlı sürprizler olduğunu ifade etmeliyim.

Filmin puanı: 4/5

Bu yazı FikriSinema ekibine yeni katılan Hasan Tahsin Gökbulut tarafından kaleme alınmıştır.

Diğer Yazılar: Hasan Tahsin Gökbulut
Gece Gelen
It comes at Night yönetmen Trey Edward Schultz tarafından yönetilen ikinci film...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir