Guguk Kuşu

Evet, bu filmin çok önemli bir kitaptan uyarlandığını bilmeyenimiz yoktur diye düşünüyorum. Hem de aynı isimli romanından. Roman, Ken Kesey tarafından 1962 yılında yazılmıştır. Kendisi beat kuşağı yazarıdır. Aynı zamanda, bu kitap Metallica’nın Sanitarium adlı parçasına ilham olmuştur.

Cuckoo kelimesi, İngilizce’de hem guguk kuşu hem de argoda deli anlamına gelir. Guguk kuşu kitapta yahut filmde bir metafordur. Tanımına gelecek olursak, türler kuluçka asalağı olup, yumurtalarını yabancı kuşların yuvalarına bırakır, böylece yavru gugukların bakımını üvey ana baba üstlenir. Bu bir kısır döngü olarak devam sağlar.

Film, 1975 yılında Milos Forman tarafından çekilmiştir. 9 dalda Oscar adayı olup, 5 dalda Oscar kazanmıştır. Filmin verdiği mesajın bir Kubrick filmi olan, “A Clockwork Orange (Otomatik Portakal)” filmi ile benzerlik gösterdiğini düşünüyorum. İkisi de roman uyarlaması ve ikisi de otoriter sistemi eleştiriyor. İkisi de adaleti sorguluyor. Kukla kavramına değiniyor.

Filmi düşündüğümüzde ve dünyayla bağlantısını kurduğumuzda, psikiyatri kavramının 18. yüzyılda çıktığını görüyoruz. İlkel yollarla deliliğin tedavi yöntemlerinin denenmişliğini de biliyoruz, okuyoruz. Filmin odak noktası da bir nevi psikoloji. Film insan psikolojisini, aklını, baskıcı sistemle iç içe geçirmiş, adeta sarmıştır. Filmde hakim olan düşünce şudur ki; Hepimiz bir toplum içinde yaşıyoruz. Biliyoruz ki, toplum ahenk ister. Eğer biz bu ahengi bozarsak toplum bizi bir kenara atar ve ahengi bozanlar topluluğu olarak birleştiriliriz, soyutlanırız.

Søren Kierkegaard felsefesine göre “İnsan sosyal bir hayvandır, sadece sürünün içindeyken mutlu olur. Saçmaymış, kötüymüş, onun için fark etmez, her şeyi benimseyebilir, yeter ki sürü de benimsemiş olsun. Sürünün yaptığı her şeyi yapar, böylece bir yere ait olur”. Yukarıdaki kelimeler filmle örtüşür. Çünkü asıl mesele şudur ki: evcilleştirmek, uyum içinde olmak zorunda olmak, toplumu ve sistemi rezil edecek hiçbir şey yapmamak.

Diğer yandan, Antipsikiyatri: psikolojinin savlarını ve uygulamalarını eleştirir. David Cooper önemlidir bu noktada. Hastalara önem verilmesi gerektiğini ve genel olmayan bir terapi dilinin insanların büyük resmi görmesini engellediğini belirtir. ‘”Delilik, bir kişinin yaşamının daimi devrimidir. Kişinin daha anlaşılabilir dünya için tekrar yapılanmasıdır”. Michel Foucault’a göre üç tip güç vardır. Cezalandırmaya dayalı sistem, panoptik güç ve plague güç. Sahneleri aklımıza getirdiğimizde bu üç çeşit gücü canlandırabiliriz. Düşünürlerin görüşleri filmle oldukça bağlantılıdır.

Jack Nicholson, yani McMurphy protagonist karakterinde. Tam da ona göre bir rolde şahane bir oyunculuk sergiliyor ama ben The Shining (Cinnet) filminde daha aşkın bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum. Louise Fletcher’ı, hemşire Ratched karakterinde antagonist olarak görüyoruz.

İki karakter arasında bitmek bilmeyen bir çatışma var. Hemşireyi baskıcı devlet sistemine benzetmiştir film, McMurphy ise sistem karşısında duran her şeydir. Herhangi bir şey. Tutunamayan McMurphy, tutunamayanlar arasına girmiş bir akıl hastanesindedir artık. Hapishaneden kaçmak için kurtulduğunu sanırken kendini orada ele vermiştir en sonunda sistemin baskısına yorgun düşmüştür. Ama denemiştir özgürlük çizgisinde olmayı, dostlarına yardım etmeyi içtenlikle denemiştir. Filmdeki sahnede musluğu kaldırmaya çalışırken de “ne gülüyorsunuz en azından denedim” diyordu. Deli değil ama biraz çılgın bir karakter. Kendi istediği gibi yaşamak isteyen bir karakter. Bazı hastaların özgür olduğunu istediği zaman gidebileceğini söyler hastane, lakin hastalar artık toplumla uyum sağlayamayacaklarını düşünürler. McMurphy bunun tam tersini kanıtlamakla geçirir oradaki günlerini. Hep bir karşıttır aslında. Ama sonunda psikoloji kavramının yöntemlerinin altında ezilip (Lobotomi, elektrokonvulsif tedavi), makinelerin mağduriyetine uğrayıp deli olmuştur.

McMurphy, Kızılderili Şef Bromden tarafından öldürülmüştür. Sağır bilinir ama görünenle gerçek bir değildir, aslında savunma mekanizması altına alır kendini Şef. Son sahnede şefin kızılderili inancına göre öldürdüğü ruh onunki ile birlikte yaşar. Onun inancına göre ikisi de artık özgürdür. Bir filmin sonu ancak bu kadar anlamlı ve değerli olabilirdi. Filmde hem gülmek, hem ağlamak, hem düşünmek, düşünürken delirmek mümkündür.

Diğer Yazılar: Melike Yılmaztürk
Düşler
Dünya sineması üstadları arasında yer alan Akira Kurosawa’nın 1990 senesinde çektiği “Dreams”...
Devamını Okuyun
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir