FAKAT MÜZEYYEN BU DERİN BİR TUTKU

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANET

Hayatın her alanında isimler önemlidir, özellikle de şahıs isimleri; bu isimler, isme haiz olanın karakterine ve kişiliğine sirayet ettikleri gibi karakterlerin enerjilerini etraflarına yaymasına da olanak sağlarlar.  “Süslenmiş”, “bezenmiş” veya “ziynetli” anlamlarına gelen Müzeyyen böyle bir isimdir, “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”daki Müzeyyen de ismine atfedilen özellikleri kişiliğinde toplamış bir karakterdir; enerjisini etrafına yayabilenlerden üstelik. Arif ise Müzeyyen’in tam tersidir;  “bilgili”, “sezgili”, “irfan sahibi” olmadığı gibi “mütearif” de değildir, Müzeyyen ismiyle ne kadar bütünleşmişse Arif bir o kadar isminden uzaklaşmıştır. Arif’in Müzeyyen ile yolları kesişmesiyle başlar zorlu Arifleşme süreci.

Arif’in hikâyesini izleriz film boyunca, aslında bir yazar tıkanması, yazamama öyküsüdür gördüğümüz; bir türlü yazılamayan ise kadınının adının ve yüzünün olmadığı bir aşk öyküsüdür. Aşk kısmı biraz muallâktır, sorgulamaların götürdüğü kalıplara sığmayan bir tutkudur özünde. Evet, derin bir tutku öyküsüdür Arif’in yazdığı, pek arif işi olmadığından karaya bir türlü varamaz Arif ve öyküsü. Kıyıya yakın olduğunu hissetse de ne tarafta olduğu kestiremez, bir sese, ışığa ihtiyacı vardır.  Onu görür; kıvrılan saçlar, çekici omuzlar deniz feneri olur Arif’in; ışığa, Müzeyyen’ine yönelir. İçine düştüğü durumdan çıkmak için süslenmiş olanın peşine düşer.

Sonuç verir çabası, kavuşmuştur bezeli olanına. Huzuru bulmuş gibi olsa da o malum tedirginlik hep üzerindedir; burun kıvırdığı o ilişkilerden birini mi yaşayacaktır? Kıskanç, tutkusunu gölgeleyecek birine mi dönüşecektir yoksa? Sorularla doludur Arif’in kafası, yanıt aramaya başladığında ise kehanete dönüşür soruları. Gitmekle kalmak arasında kalakalır, deniz fenerinin kayalıklara sürükleme korkusunu hisseder ruhunda. Yavaş yavaş korkuları büyür, kendini gerçekleştirmeye başlar kehanetleri; ne kaçacak ne de kalacak bir yeri vardır artık.

İsimler olduğu kadar simgeler de önemlidir “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”da, kâh bir tıraş köpüğü olur Arif’in korkusu kâh bir fotoğraf. Fotoğraf varsa bir çeken, tıraş köpüğü varsa bir kullanan olmalı diye düşünür Arif, kendisini kıyıdan uzak tutacak tüm bu korkuları özenle büyütür. Deniz feneri söndüğünde ise sorularıyla baş başa kalır, karanlık ve kayalıklar değildir tek engel. Aşması gereken kendisidir önce, ya düşündüğü gibi yaşamaya devam edecektir ya da kıyıya ulaşmak için kendinden vazgeçecektir. Tercihini yapar, katharsisine karşı olmasa da razıdır artık. Her şeyi aşıp kıyıya vardığında rüştünü ispatlamış bir ariftir; tamamlanmış bir kitap, nihayete ermiş bir geştaltı vardır elinde.

Her şey olup bittiğinde tuhaf bir his, hiçbir şeyin olmadığı hissi, uyanır zihnimizde. Belki de yaşanmamıştır gördüklerimiz, Müzeyyen de yoktur perdede gördüğümüz hikâye de; belki bir yanılsamanın, yazar tıkanmasının tezahürüdür olanlar ya da Arif’in yazma sürecine buyur ettiği bir davettir. Kim bilir Arif’in aradığı çapadır belki de gözümüze deniz feneri görünen; Arif’in sorularına bulduğu cevaplar bizim sorularımıza dönüşür perde kararırken…

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”, anlattıkları kadar anlatmadıklarıyla, gösterdiği kadar sezdirdikleriyle incelikli bir film; yüksek perdeden konuşup beylik laflar etmesine rağmen seyirciye açtığı alanla da farklı olmayı becerebilen bir iştir aynı zamanda. İthal fikirlerin havada uçuştuğu, nostaljik feveranlardan geçilmeyen bu günlerde böyle bir filmle karşılaşmak,  hikaye anlatılmıyor kaygısıyla dolu zihinlere ilaç gibi gelecektir.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir