ATIL İNAÇ RÖPORTAJI

Geçen ay vizyona giren Daire filminin yönetmeni Atıl İnaç’la, Lacivert Film’in ofisinde bir röportaj gerçekleştirdik. Samimi bir şekilde ağırlandığımız ofisten güzel duygularla ayrıldık. Ekip olarak beğendiğimiz, konusu, oyunculukları ve farklı tarzıyla ilgilimizi çeken filmin yönetmeni Atıl İnaç da en az filmi kadar farklı ve ilgi çekici bir kişiliğe sahip. Biz onunla sohbet etmekten fazlasıyla keyif aldık. Daire filmi özelinden çıkardığımız röportajımızı okurken sizlerin de keyif alacağınızı düşünüyoruz.

Filmografinizde farklı tarzda filmler görüyoruz. Komedi filmi de var, Daire filmi gibi felsefenizi daha çok yansıttığınız bir film de. Uç noktada filmler olduklarını söyleyebiliriz. Her yönettiğiniz film içinize sindi diyebilir miyiz?

Bu tür bir filmografi, bu kadar farklı kulvarlar nasıl oldu, nasıl açıklarsınız diye sormak normal. Daha önce soruldu da. Aynı yanıtları da vermek istemem. Perdede oynatılan, büyülü, hareket eden görüntüler olayı endüstri haline geldiğinden beri ciddi bir şekilde propoganda amaçlı, kitleleri kontrol etme amaçlı kullanılageldi. Bunu oturup ticari sinema ya da dünyada televizyonun neye hizmet ettiği üzerinden çok kapsamlı bir tartışmada bütün sorumluluklarımı alarak da tartışırım, yerden yere de vururum. Her türlü kendimi de, birlikte çalıştığım arkadaşları da eleştiririm. Bunda hiçbir sıkıntı yok. Fakat bir ufak detay var. Ona da bir eleştiri getirmeden edemeyeceğim. O da şu; dünyanın başka ülkelerinde de insanlar hakikaten yüreklerini koydukları, risk aldıkları, büyük zararlar ettikleri (maddi-manevi) bir takım işleri yaptıkları gibi, kariyerlerinin bir aşamasında o kariyerleri sürdürebilmek için ticari işler de yapıyorlar. Bunun örnekleri özellikle Amerika’da, Amerikan televizyonculuğunda da sinemasında da bol miktarda var. Bizdeki kadar doğrudan ‘gel bakalım sen şu işi hangi hakla yaptın’ gibi aforoz etmeye yönelik bir sorgu suale çekme refleksi görmüyorsunuz. Bir biçimde herkes korkunç oranlarda idealist hayatlar yaşıyormuş gibi. Sinema özelinde daha sık karşılaştığımız bir durum bu. Müzikte bu kadar görmüyorsunuz. 40 yıl yaptığınız müziğin tersine bir şey yapıp bir anda ‘Vay be adam ne büyük entelektüelmiş, acayip bir müzikalite’ denebiliyor. Fakat sinemadaki durum tamamen şöyle; “Aç bakalım dosyaları, olmadı, yok bu adamı engizisyon suçlu buldu, yakılası’ türünde enteresan tabu bir durum var. Dolayısıyla bu tarz işler yapılmayabilirdi diyebilir insan kendisine ama örneğin ben Büyük Oyun’da herhangi bir şekilde gişeye yönelik bir film yapmadığımı biliyordum ve hiçbir şekilde gişesel karşılığını almayacağımızı da biliyorduk, büyük riskler aldık. Irak’a gittik, güneydoğuda uzun aylar çalıştık. Yani en azından Büyük Oyun gibi, Daire gibi riskler alarak ve sonuçlarına her anlamda katlandığımız işlerle bir anlamda, eğer bu vicdani bir sorgulamaysa, o kefareti ödediğimi düşünüyorum.

Felsefe eğitimi almış olmanızın, yönetmenliğinizi etkilediğini düşünüyor musunuz?

Aslına bakarsanız, her filmin kendine özgü bir felsefesi mutlaka vardır. Benim felsefe alanında eğitim almış olmamın, yönettiğim veya yazdığım filmlere etkisi elbette olacaktır, ancak dediğim gibi her filmin, her yönetmenin veya senaristin filminde de zaten bir felsefe vardır. Aynı şekilde bilim de, sanat da felsefeyle iç içedir. Einstein’a, Newton’a sadece bilim adamı demek ne kadar doğrudur.

Hem dizi hem filmlerde yönetmenlik deneyiminiz var. İlk filminiz Zincirbozan’dan sonra daha çok filmlere ağırlık verdiğinizi görüyoruz. Sinemanın tadını aldıktan sonra diziden uzaklaştınız mı, ya da bundan sonra artık dizi çekmem diyor musunuz?

Aslında şöyle, Zincirbozan’ı ben film olarak çekmedim. O çekip bitirildiğinde bir diziydi. Sinema filmi değildi. Daha henüz varolmayan bir televizyon kanalı için çektiğimiz bir diziydi. Bunu altını çizerek söyleyeyim. Onu çekip kanala teslim ettiğimde ilk söyledikleri şey, ya biz bunu vizyona çıkaralım oldu. Sinematografisi itibariyle, dili itibariyle bir sinema filmi gibi duruyor dediler. Bir anlamda da o bir gol oldu. Kimsenin kimseyi pek de böyle övgüyle karşılamadığı bu sektörde niye olmasın diye karşılama gafletinde bulundum. Ama bir yönetmenin ilk filmini çekerken film çektiğini biliyor olması lazım bu çok önemli bir şey. Senaryonun da film senaryosu olması lazım. Biz o filmi, hangi sahneleri bir araya getirirsek bütünleşik bir hikaye olur diye çok düşünüp 110 dakikaya kestik. Ama esasen 380 dakikadan kestik. Zincirbozan’ın kendi hikayesi o. Dolayısıyla o benim ilk filmim olarak çıktı ama ben onu film olarak çekmedim. Aslında Büyük Oyun ilk filmim olarak kabul edilebilir. Senaryosunu iki senaristle birlikte yazdığımız, paylaştığımız ve sinema filmi olarak yazıp sinema filmi olarak çektiğim ilk film o. Sonrasında bir iki dizi yaptım fakat iki senedir genelde yollamayın diyorum aradıklarında. O prensip kararını uyguluyorum. Çünkü projeyi okuyayım, bir gelin görüşelim, aslında yapmayacağım ama yüzünüze yapmayacağım diyeyim dediğinizde iki hafta sonra sette bulabilirsiniz kendinizi, o da mümkün. Dolayısıyla ben onu iki senedir, telefon aşamasında kesiyorum zaten.

Ülkemizde devletin sinema sektörüne katkısı sürekli tartışılıyor. Devletin sektöre katkısı yeterli mi sizce?

Ben devletin yardımından ziyade sinema izleyicisinin, bu işe gönül verenlerin, bu işin içinde olanların bu sektöre daha fazla katkıda bulunması taraftarıyım. Sinema ile ilgili yapılan organizasyonlarda, sinema salonlarında ve buna benzer sinemanın adının olduğu pek çok yerde bağışlar veya buna benzer yardımlar toplanarak da sektöre katkıda bulunulabilir diye düşünüyorum.

Daire ve Büyük Oyun filmleri ulusal ve uluslar arası ödüller alan yapımlar. Ancak bir Oscar’a gitmiyorsanız bu ödüller pek duyulmuyor. Türkiye’nin en prestijli ödül töreninde son beş yılda ödül alan filmler hangileri diye sorsak çoğu kişi sayamaz. Türkiye’nin Oscar gibi bir ödül törenine ihtiyacı var mı? Böyle bir şey olmalı mı, yoksa ödül törenleri sinema için kısıtlayıcı mıdır?

Çocukluğumdan beri hep böyle uluslar arası etkinliklerin, sanat, spor ya da kültürel etkinliklerin Türkiye’nin dışarıdaki tanıtımının, parasal değerinin hesaplandığı, bunların ciddi ciddi yazıldığı gazete haberlerini okuya okuya büyüdüm. İşte üniversite oyunlarının Türkiye tanıtım değeri bilmem kaç milyon ya da Eurovision’u kazanmamızın Türkiye tanıtım ederi şu kadar. Bir ülke, toplumsal kültürel kimliğini dünyada tanınan sanatçılarıyla ancak tanıtılabilir, bu şekilde tanınır. İnsanların zihninde onunla yer eder. Biz hiçbirimiz, burnumuzun dibindeki Avrupa ülkelerinde yapılan bir sempozyumdan, bir zirveden dolayı falan tanımadık İtalya’yı. Ondan dolayı saygı duymadık Fransa’ya ya da dünya kültürel almanağında yeri olan düşün insanlarına, sanat insanlarına, Avrupa’daki havaalanlarına ismini vermiş dahi, yazarlara, ressamlara. Törenlerle bir ülkenin tanıtılabileceğini düşünmek akıl almayacak kadar tuhaf bir fikir. Biz burada kongre vadisinde şöyle bir şey yapsak Türkiye tanıtılır. Türkiye öyle tanıtılmaz. Türkiye’nin dışarıda bilinilirliğini sağlayan, yakın tarihte bir şeyler üretmiş insanlara baktığınızda, sinemada bir Yılmaz Güney’e, edebiyatta Orhan Pamuk’a, Oğuz Atay’a, Yaşar Kemal’e, Sabahattin Ali’ye, Nazım Hikmet’e. Bu adamlar canlarını ya zor kurtardılar ya da kurtaramadılar. Sabahattin Ali gibi. Senin Türkiye’yi dışarıda tanıtan ya da tanıtmış olan herkese bir kere net olarak bir canına okumuşluğun var. Ben kendi kefaretimden bahsettim az önce, bu ülkenin de ödemesi gereken bir kefaret var. Los Angeles’ta, Paris’te ya da herhangi bir ülkedeki bir Türk’e, al kardeşim 50 milyon dolar, sen güzel tanıtırsın Türkiye’yi diye kaptırılan paralarla tanıtılmıyor. Onlar da bir şey yaptıklarında yine Rumi’yle tanıtıyor, Fikret Mualla’yla tanıtıyor. Bir biçimde üretmiş adamla tanıtıyorsun. Ondan sonra ödül töreni ister Antalya’da yapılsın, ister Adana’da yapılsın. Bu tür etkinliklerle en fazla kırmızı halı üretilir, bu da halıcıya yarar.

Yurtdışında edebiyat uyarlama örneklerine sinemada sıkça rastlıyoruz. Türkiye’de ise daha çok dizi sektörü edebiyattan faydalanıyor. Edebiyat uyarlamaları sinema sektörü için riskli mi bulunuyor?

Bir kitabı okurken, herhangi bir karakterin karanlık bir odadaki ruh halini, düşüncelerini sayfalarca kağıda aktarabilirsiniz ve bu sayfaları insanlar hiç sıkılmadan saatlerce okuyabilirler. Ancak o duyguları aynı şekilde ekrana aktarmak dolayısıyla da seyirciye bu duyguyu geçirmek hiç de kolay değildir. Yani 500 sayfalık bir kitabı bir sinema filmine aktarmak isteseniz konuyu, olayları sıkıştıra sıkıştıra 75-80 sayfalık bir text haline getirmiş olacaksınız, bu da kitabın özünden sizi oldukça uzaklaştıracaktır. Kitaplarda tüm karakterlerin ayrı ayrı hikayeleri var. Bir kitabı sinemaya uyarlamaya çalıştığınızda bu hikayeleri ekrana yansıtmanız oldukça güç olur. Bu açıdan bakarsak belki de kitapları dizi olarak gündeme getirmek kitabı olduğu gibi aktarmada daha gerçekçi bir yol olacaktır. Ancak her ikisinde de bir kurgu olacağından, bir kitabı okurken kişilerin kendi hayal dünyasında oluşturdukları kurgulardan uzaklaştırmak kitabın felsefesine de ters düşecektir.

Daire filmi farklı ve etkileyici bir yapım. Biz ekip olarak filmi beğendik. Film hakkında sizin daha önce söylemeye fırsat bulamadığınız ve söylemek istediğiniz özel bir şey var mı?

Daire filmi ile alakalı birkaç şey söylemek isterim. Filmde rol alan, oyuncusundan sesçisine, makyajcısından set ekibine, kısaca herkese, gerçekten büyük bir özveri ile, bu işe gönüllerini katarak çalıştıkları için teşekkürlerimi iletiyorum. Her biri rollerinin hakkını fazlasıyla verdiler.

Diğer Yazılar: FikriSinema
Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir